Genel

YENİLGİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE

Türkiye’de seçimlere katılım oranının çok yüksek seyretmesi, siyasetin hâlâ halkın umurunda olduğuna mı işaret etmektedir? Batı Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde seçimlere katılım oranının düşüklüğü, demokrasinin geleceği hakkında kaygı uyandırmaktadır. Demokrasi, halk egemenliği anlamına geldiğine göre, halkın siyasete katılımı, demokrasinin esasını belirleyen olmazsa olmaz temeldir. Siyasetin mevcut sorunları çözeceği ya da daha iyi bir gelecek kuracağı yönündeki umutların düştüğü toplumlarda, seçimlere katılım oranı da düşmektedir. Kapitalizmin, küreselleşme ve neoliberalizm sayesinde, ulusal kurumlara bağlılıktan kurtulmasının sonucu olarak demokratik taleplere yanıt verme yükümlülüğünden de kurtulduğu Batı’da seçimlere yurttaş katılımının düşmesinin nedeni; ulusal hükümetlerin bu gidişatı değiştiremeyeceği kanaatinin güçlenmesidir.

Avrupa Topluluğu üyesi ulus-devletlerin önemli yetkilerini topluluğun düzenleyici kurumlarına ve Avrupa Merkez Bankasına devretmesi, siyasete olan ilgiyi önemli ölçüde düşürdü. Avrupa Topluluğu’nun bürokratik aparatlarına dönüşen Avrupa’daki ulusal hükümetlerin halk yararına sosyoekonomik eşitsizlikleri önlemek için kapitalizme müdahale şanslarının kalmadığı kanısı, yurttaşların siyasete ilgilerini düşürdü. Ancak bizim gibi toplumlarda siyasetin hâlâ ilgi görmesi ve seçimlere katılım oranının yüksek olması, demokrasiden beklentinin henüz tükenmediğine işaret olarak görülebilir. Yüksek katılım oranı, iktidarın değişmesine yönelik bir umudun varlığını da göstermektedir. Buna rağmen, Türkiye’de yirmi bir yıldır iktidar değişimi gerçekleşmemektedir. İktidar değişikliği için bütün koşulların hazır olduğunun varsayıldığı son seçimlerde muhalefet yine ağır bir yenilgi aldı. Neden?

Lider-merkezlilik

Bu durumun üç ana nedeni olduğunu tartışabileceğimiz kanaatindeyim. İlki, adayla ilgili nedendir. Muhalefet bloğu seçim kazanmak için en önemli hususlardan birinde yani adayın belirlenmesinde fevkalade büyük bir hata yaptı. Aday konusu iki açıdan hayati öneme sahiptir. Türk toplumsal ve siyasal yapısında lider-merkezlilik yadsınabilir bir nitelik olmadığı gibi, 2017’deki halk oylaması sonucu geçilen yeni siyasal sistemin lider-merkezli başkanlık sistemi olduğu gerçeği de yadsınamaz. Yol gösterici, problem çözücü, ahaliyi yönlendirici liderin merkezi anlam taşıdığı bir toplumda ve lideri öne çıkaran yeni siyasal sistemde, başkanlığa aday olarak öne sürülen kişinin toplumdaki karşılığının bir şekilde ölçülmesi, tartışılması ve halkın fikri alınarak karar verilmesi kazanmak için esastır. Bu hususta seçimlerden epey bir zaman önce yapılmış olan kamuoyu araştırmaları sonuçlarında, Kılıçdaroğlu’na nazaran toplumda daha yüksek karşılığı olan “olası adaylar” ortaya çıkmıştı. İmamoğlu ve Yavaş’ın büyük şehir belediye başkanları olarak geniş bir toplum kesiminde önemli sayılması gereken ilgiye mazhar oldukları araştırma sonuçlarında işaret edilmişti.

Toplumda kendisinden daha çok karşılığı olan olası adayları elinin tersiyle itmesi ve ittifakın ikinci büyük partisinin desteğini kaybetme olasılığını göze alması, Kılıçdaroğlu’nun kişisel hırslarını seçmenlerin tercihinin önüne geçirdiğini açıkça göstermektedir. Burada sadece Kılıçdaroğlu değil ama daha önemlisi partisi tarihi bir yanlışlık yapmıştır. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına parti içinden herhangi bir eleştirel yaklaşım sergileyenin olmamış olması vahimdir. Halbuki, ömrünü siyasete vakfedenlerin sayısının pek de az olmadığı bu partiden “kazanma şansımızı riske edemeyiz, kazanacak adayla seçime gitmeliyiz” diyebilecek siyasetçilerin ortaya çıkması beklenirdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki başarısının arkasında, hitap yeteneğinden davranışlarına varıncaya değin birtakım karizmatik unsurlar yatmaktadır. Toplumdaki karşılığı bu nedenle kendi partisinin karşılığından çok daha yüksektir. Karizmatik özellikleri bulunan bir adayın karşısındaki adayın da en azından toplumda ilgi uyandıracak belirli özelliklere sahip olması gerektiği gerçeğinin yadsınması, seçim sonuçlarını etkileyen çok temel bir faktör olmuştur.

Ekonomik oy verme davranışına bağlanan umut

Ekonomik oy verme davranışının seçim sonuçlarını belirleyeceğine duyulan inanç, muhalefetin kaybetmesinin ikinci ana nedeniydi. Oysa rasyonel seçim kuramının işlemediği önceki birçok seçimde deneyimlenmişti. Türkiye’nin ağır ekonomik koşullar içinde olduğu, bir kriz yaşadığı, hayat pahalılığının en önemli sorun olduğu ve bu gerçeklikten ötürü seçmenlerin iktidar partisini cezalandırıcı yönde oy kullanacağı varsayıldı. Seçim sonuçlarını ekonomik oy verme davranışının biçimlendireceğine olan inanca depremlerin yarattığı ağır sonuçlar da eklenince muhalefet bloğu kazanacağına kesin olarak inandı. Depremlerde elli binin üzerinde can kaybının yaşanmasında ve büyük bir felaketin gerçekleşmesinde iktidarın sorumluluğunun seçmen tarafından es geçilmeyeceğine inanıldı. Halbuki, kültürel kamplaşmanın siyasal gücün belirlenmesinde ekonomiden ve yaşanılan acı olaylardan daha öncelikli roller oynadığı toplumlar vardır ve Türk toplumu bunlardan biridir. Kültürel kutuplaşmanın seçim sonuçlarında etkili olması özellikle “kültürel modernliğin” erozyona uğradığı toplumlarda öne çıkan bir vakadır. Türkiye’de uzun zamandır kültürel modernlikte yaşanan gerileme, oy verme davranışının değişmesi gibi birtakım siyasal sonuçlara da yol açmaktadır. “Kültürel çoğulculuk” çağrılarının Aydınlanma karşıtı anlayışların meşruiyet bulmasında oynadığı rol, kültürel modernliğin aşınmasında merkezi faktördür. Kültürel modernliğin hasarlı olduğu toplumsal bağlamlarda, ekonomik oy verme davranışına bel bağlanması, olmayacak duaya âmin demektir.

Küresel finans kapitalizmine karşı

Ancak bu gerçeklik ekonominin tamamıyla bir kenara atılması gerektiği anlamına elbette gelmez. İktidarın son zamanlarda asgari ücretten kamu işçilerinin maaşlarına varıncaya değin birtakım düzenlemeler yapması, ekonomik kaygıları önemsediğini gösterdi. İktidar değişikliğini talep eden muhalif partilerin, sosyoekonomik eşitsizliklere çözüm bulacak alternatif bir söylemi öne çıkarmak durumunda oldukları halde, “iktidar ne veriyorsa biz daha fazlasını vereceğiz” şeklindeki temelsiz söylemlere tutunmaları kazanmak için yetmedi. Örneğin, depremzedelere konutların karşılıksız verileceği söyleminin inandırıcı olabilmesi için vergi reformundan bahseden, çok kazanandan çok vergi alınacağını çekincesizce ifade eden bir sosyal politika anlayışının sahiplenilmesi gerekirdi. Sosyoekonomik eşitsizliğin büyüdüğü ve ciddi sorunlar ürettiği bir toplumda sözde sosyal devlet savunusu, sadece çetelerden paraları geri alma sözü üzerine inşa edildiğinden inandırıcı bulunmadı. Çalışanların yarısının asgari ücretle yaşamını idame ettirdiği bir toplumda küresel finans kapitalizmine yönelik hiçbir eleştirinin yükselmediği muhalefetin “düzeni yeniden kuracağız” söyleminin kazandıracak söylem olması beklenemezdi. Keynesçi iktisat politikasından Hayekçi iktisat politikasına geçişin sonucu olarak demokrasinin kapitalizm karşısındaki gerilemesine dair herhangi bir söylem geliştirmeyen yani piyasanın topluma verdiği zararların karşısında toplumu koruyacağına dair konuşmayan muhalefetin bir farklılık ortaya koyması ve yoksulları heyecanlandırması mümkün olmadı.

Güvenlik

Üçüncü ana neden ise, “güvenlik” meselesine gerekli önemi atfetmeyen bir söylemin kaybetme riskinin hesaba alınmayışıdır. Seçmenlerin refah, özgürlük, eşitlik gibi taleplerinin yanı sıra güvenlik talepleri de seçim sonuçlarını etkilemektedir. Özellikle terör sorunlarını deneyimlemiş toplumlarda güvenlik talebi diğer taleplerin önüne geçebilmektedir. Dünya, güvenlik politikalarına toplumların ağırlıklı olarak onay verdiği bir süreçten geçiyor. Türk toplumu çok badire atlatmış bir toplum olduğundan, bu hususu öncelemediği varsayılamaz. Yakın geçmişinde FETÖ darbe girişimini deneyimlemiş, neredeyse kırk yıldır bölücü teröre karşı mücadele vermiş ve binlerce canını kaybetmiş, sınırlarında “tehlikenin” gezindiği bir toplumun bu hususları es geçeceğine dair algı şaşırtıcı olmanın ötesinde bir körleşmeyi anlatmaktadır. Halbuki yakın geçmişte örneği de açıkça görülmüştü: 2015 haziran seçimlerinde AKP ilk defa tek başına hükümet kuramayacak düzeyde oy almıştı ve en temel nedeni terör örgütüyle barış görüşmeleri adı altında yürüttüğü politikaydı. İktidar buradan bir ders çıkararak döndü ama muhalefet bu denenmiş politikaya bel bağladı.

Sonuç olarak; iktidar değişimi için neredeyse bütün koşullar hazır olduğu halde, muhalefetin seçimi kaybetmesi hem muhalefetin toplumu yapısal olarak anlamasındaki sorunlardan hem de aktör-yoksunluğundan kaynaklandı. Küresel finans kapitalizmine karşı güçlü sosyal politika alternatifini ortaya koyamayan ve özelleştirme ve küresel pazara eklemlenme gibi neo-liberal ekonomik politikalar sonucu halkın daha da yoksullaştırıldığı gerçeğini dillendiremeyen muhalefetin bir de göz göre göre seçimin kaybedilmesinde merkezi rol oynayacak yanlış adayla seçimlere katılması, sonucu belirlemiş oldu. Demokrasinin işleyebildiği tek ekonomik modelin kapitalizm olduğu fikri, tarihsel olarak kendini kanıtlamış göründüğünden, kapitalizme alternatif bir ekonomik model arayışının büyük ölçüde önemini yitirmiş olduğu gerçeği, küresel piyasa kapitalizmine teslim olmayı zorunlu kılmıyor. Küresel finans kapitalizmine karşı toplumu koruyan, piyasanın sınır tanımayan genişlemesi karşısında siyasal müdahaleyi kaçınılmaz gören “demokratik kapitalizm” kurma arayışı, “alternatif siyaset yapmanın” gerçekçi yolu olarak görünüyor. Son olarak, Keynesçi refah devletinden küresel finans kapitalizmine dönüşümün sonucu olarak, Batı’da seçimlere katılım oranının düşüklüğünün demokrasi problemine hatta demokrasi krizine işaret ettiği gittikçe aşikâr hale gelirken, bizde yüksek katılım oranının demokrasiyi güçlendirdiğini söylemek olanaklı görünmüyor.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir