Genel

TÜRK TARIMI ÜZERİNE NOTLAR

Erdem AK

 

Ülkemizde son yıllarda tarım ve hayvancılık (gerçekte üretim) gözden düşürülmüş ve itibar kaybına uğramıştır. Üretim yerine ithalat, rant ve ticarî faaliyetler daha ön plana çıkarılmıştır. Hal böyle olunca alın terinin karşılığını alamayan ve insanca yaşamaya yetecek geliri elde edemeyen çiftçiler, önce farklı sürelerle mevsimlik / geçici işlerde çalışmaya başlamış ardından tamamen üretimden kopmaya yönelmiştir. Her zaman tekrarladığımız gibi halen istihdamın yaklaşık %18’ini karşılayan tarımdaki insanların yaş ortalaması 55 – 56’ya çıkmıştır. Ülkedeki bütün canlıları doyurmaya ve giydirmeye çalışan tarım ve hayvancılık sektörünün GSMH içindeki payı %5 seviyesine inmiş ve bir çiftçinin millî gelirden aldığı pay diğer kişilerin üçte biri oranında seyretmeye devam etmektedir (Kişi başına düştüğü söylenen millî gelir payının ancak üçte biri çiftçiye düşmektedir.). Bütün olumsuzluklara rağmen üretimde kalmaya çalışan çiftçilerin Çiftçi Kayıt Sistemi (ÇKS)’ndeki sayısı, 2 milyon civarındadır. Daha kötüsü, SGK sistemi içinde kalan çiftçi sayısı 540 binlere kadar gerilemiştir. Burada SGK sistemine dahil olamayan kişiler kayıtdışı çalışmaya örnek değil, göz ardı edilmiş ve pek hatırlanmayan kişiler olarak ülkemizin eksi hanesine yazılması gereken bir ayıp tablosudur. Küçük aile işletmesinde 2 – 4 kişiden ancak bir kişi (O kişi de anne ve çocuklar değil, genelde ‘baba’ olmaktadır.) SGK sistemine dahil olabilmektedir. Onun primlerinin ödemesi de genelde zamanında yapılamamakta; ancak emeklilik yaş olarak hak edildiği süreçte borçla / krediyle prim borçları kapatılarak emeklilik elde edilmeye çalışılmaktadır.

 

Ne sürdürülebilir bir düzen ama!

 

Düzenli açıklanan raporlara göre üretici fiyatları ile market fiyatları arasındaki fark, istikrarlı şekilde açılmaya devam etmektedir. Gıda ürünleri ortalama 4 – 6 misli fiyat artışı ile üreticiden tüketiciye ulaşmaktadır. Başka bir deyişle bir çiftçi bir tüketicinin ödediği paranın %20 – 25’ini ancak alabilmekte kalan büyük kısım değişik aşamalarda değişik kişilerce paylaşılmaktadır. Girdi fiyatları sürekli artmakta ve çiftçi kendisine sunulan ürünleri sunulan fiyatlarla almak zorunda kalmaktadır. Çiftçi, ürettiği ürünün fiyatı üzerinde de mutlak söz hakkına sahip değildir. Örneğin süt fiyatlarını ve buğday fiyatlarını belirleyemez. Özellikle tarımsal KİT’lerin işlevsiz hale geldiği günümüzde çiftçiyi koruyacak pek örgüt, kurum ve mekanizma kalmamıştır. Çiftçilerimiz resmiyette bazı oda, üretici örgütleri ve kooperatiflere üye / ortak olsa da gerçekte / uygulamada örgütsüz ve sahipsizdir.

 

Pandemi, savaş, yanlış karar / uygulamalar ve ekonomik kriz dolayısıyla ülkemizin tarımsal üretim gücüne rağmen gıda egemenliğimizi kaybetmeye başladık. Bizim coğrafyamızda ve koşullarımızda gıda egemenliği bağımsızlıkla birebir ilişkilidir. Öyle ki “paramız olsa dahi”(!) buğday ithalatı yapamaz hale geldik. Bağımsızlığımızın ve geleceğimizin temel taşları arasında yer alan tarım ve dolayısıyla “milletimizin gerçek efendileri” çiftçiler için yapılması gerekenler vardır. Toprağı ve insanı için düşünen, bağımsız ve aklı başında kişi ve grupların atması gereken adımlar ve ortaya koyması gereken yaşamsal mücadeleler vardır. 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Bu süreci geçiştirme ve kendi haline bırakma seçeneğimiz kalmamıştır.

 

Yeniden Üretim İçin Bazı Öneriler

 

Tarım özü itibarıyla üretim odaklıdır. Bir çiftçi “üretici” ve “yetiştirici” olarak üretim

faaliyetlerinde bulunur. Gerek bitkisel üretim ve gerekse hayvansal üretim için üretim

faktörlerini bir araya getiren kişiye çiftçi (üretici / yetiştirici) denir. Hayvancılığı da kapsamak üzere tarımda temel üretim faktörleri şunlardır; doğal kaynaklar, sermaye, emek ve çiftçi.

Doğal kaynaklar, toprak başta olmak üzere üretimin gerçekleşmesi için gerekli olan doğa kaynaklı şeyleri ifade eder. Sermaye, üretim için gerekli parayı anlatır. Emek ise üretim faaliyetlerine dahil edilen insan gücünü ifade eder. Çiftçi ise tüm bu faktörleri bir araya getirerek üretim yapan kişidir. Tarım genelde aynı kişinin (ailenin) emek ve sermayesini ortaya koyduğu emek yoğun bir sektördür.

 

Üretim ise, en basit anlatımla topraktan veya hayvanlardan bir şey elde faaliyetleridir. Üretim  olabilmesi için üretim girdilerine ihtiyaç vardır. Tarımda başlıca üretim girdileri; tohum, gübre, enerji, işgücü vb. gibi şeylerdir. Üretimde belirli bir süreç sonrası elde edilenlere (çıktılara) ürün denir. Çiftçi, bu ürünlerin satışları ve takasları yoluyla gelir elde eder ve hayatını sürdürür. En basit anlatımla bir çiftçi ortaya koyduğu sermaye, emek ve diğer kaynakların karşılığında belirli bir gelir elde etmek zorundadır. Ortaya konan bu kaynakların  toplamı maliyeti oluşturur. Maliyetlerin üzerinde gelir elde edilmesi halinde çiftçi kazançlı sayılır. Aksi halde zarar etmektedir.

 

Bu noktaya kadar anlatılan şeyler tarımsal üretimin işleyişini özetlemektedir.

 

Tarım ve tarımsal üretim, son yıllarda, itibarsızlaştırılmıştır. İtibarsızlık; sahipsizliği, istismarı, sömürüyü, yeterli desteği görmemeyi, yoksunluğu ve yoksulluğu kapsamaktadır. Bunun sonucu olarak tarımdan kopuşlar devam etmektedir. Büyük tarımsal üretim gücü olmamıza rağmen ülkemizde yeterli seviyede üretim yapılamamaktadır. Üretim açıkları ise, belirli ve organize bir grup tarafından artan miktarlarda ithalat ile kapatılmaya çalışılmaktadır. İthalat, genelde, ülkemizde ürün bollaşması sonucu fiyatların düşmesi ile sonuçlanmamaktadır.

 

O halde üretimin devamlılığı ve ülkenin tüm canlılarının doyurulması için yapılması gerekenler nelerdir?

  • Her şeyden önce üretim ve yatırım planlaması yapılmalıdır.
  • Kamucu politikalar hızla uygulamaya alınmalıdır.
  • Satılan ve işlevsiz hale getirilen tarımsal KİT’ler ya yeniden kurulmalı ya da var olanlar toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir.
  • Kişi / Grup / Sermaye önceliği, toplum önceliğine dönüştürülmelidir.
  • Kalıcı, adil ve bilimsel yasal düzenlemeler ile sektör; şeffaf ve yaygın biçimde denetlenmeli, organize edilmeli ve
  • Üretenin alın terinin karşılığını aldığı düzenlemeler yapılmalıdır.
  • Çiftçilerin daha yaygın ve etkin faaliyet gösteren üretici örgütleri içinde yer almaları sağlanmalıdır.
  • Çiftçilerin meslekî eğitimleri düzenli ve gerçekçi olarak yapılmalıdır.
  • Kırsal kalkınmaya sürekli, düzenli ve gereğince öncelik
  • Tarımda sosyal güvenlik sistemi daha yaygın ve erişilebilir biçimde işletilmelidir.
  • Tarımsal üretimin gelecek ve bağımsızlık meselesi olarak bir sayısal değerden daha fazlasını kapsadığı net biçimde anlaşılmalıdır.

 

  • Tarımın finansmanı özel yasa ve uygulamalar ile sağlanmalıdır.
  • Tarım ve çiftçinin itibarı yeniden
  • Tarımsal ürünlerin ve gıda ürünlerinin fiyat oluşumu üretici ve tüketiciyi kesin biçimde koruyacak ve gözetecek şekilde yeniden ele alınmalıdır.
  • Başta bakanlık olmak üzere ilgili tüm kurum, kuruluş ve örgütler yeniden yapılandırılmalıdır.
  • Teknoloji, ekipman ihtiyaçları planlanmalı ve bunlara yeterli (optimal) seviyede yatırım yapılmalıdır.
  • İklim krizinin bir olgu olduğu anlaşılmalı ve o doğrultuda adımlar atılmalıdır.
  • Destekleme politika ve yöntemleri yeniden ele alınmalı ve daha etkin olarak uygulanmalıdır.

 

Tarımsal Örgütler

 

Tarımı konuşurken tarımsal örgütleri konuşmamak olmaz. Özellikle dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda tarımda da en ileri ülkeler olduğu gerçeğini görünce tarımsal örgütlerin önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor; çünkü bu ülkelerde adı ne olursa olsun (sendika, kooperatif, birlik vb.) tarımsal örgütlerin etkisi ve etkinliği vardır. Ülkemizin de tarımsal örgütlülük geçmişi oldukça eskiye dayanmaktadır. Bununla beraber tarımsal örgütlerimizin etkisi ve etkinliği – ne yazık ki – sınırlıdır.

 

Tarım sektöründe (gıda ve hayvancılık sektörleri dahil olmak üzere); odalar, birlikler, kooperatifler ve sendikalar doğrudan olmak ve de ihracatçı birlikleri, sanayi – ticaret odaları ile borsalar dolaylı olmak üzere birçok kuruluş oluşmuştur. Bunlara ek olarak ilgili ürün konseyleri, dernekler, vakıflar ve platformlar vardır (Ulusal Pamuk Konseyi, İyi Pamuk Uygulamaları Derneği, TEMA Vakfı, Antalya Tarım Konseyi vb.). Her bir örgüt kendi alanında çalışmalar yapmaktadır.

 

Tarımı doğrudan ilgilendiren oda, kooperatif ve birlikler üzerinde biraz durmak gerekiyor. Ülkemizde ziraat odaları, ziraat mühendisleri odaları, veteriner hekimleri odaları ve gıda mühendisleri odaları doğrudan sektörle ilgilidir; ancak odalarımızın değişik gerekçelere bağlı olarak – özellikle politik ve yasal gerekçelerle- tam anlamıyla etkin ve kapsayıcı faaliyetler bulunduğunu söylemek zordur.

 

Ülkemizde üretici ve yetiştiricilerimizin içinde bulunduğu birlikler vardır; süt üreticileri birliği, manda yetiştiricileri birliği, meyve üreticileri birliği vb. gibi. Avrupa’dan esinlenerek oluşturulan ve bakanlık verilerine göre 39 ayrı türde 1.780 adet üretici birliği vardır. Ayrıca bunların 9 adet merkez birliği vardır.

Üretici birliklerinin yanı sıra yetiştirici birlikleri vardır; damızlık sığır yetiştiricileri, arı yetiştiricileri birliği vb. gibi.

Üretici / yetiştirici birlikleri çalışmalarına yetersiz biçimde devam etmektedir.                   Tarım sektöründe az sayıda sendika faaliyet göstermektedir.

 

Ülkemiz koşullarında asıl üzerinde durulması gereken tarımsal örgütler kooperatiflerdir. Evrensel değerler ve ilkeler çerçevesinde kurulmuş ve faaliyet gösteren kooperatifler, ülkemiz için çok gerekli ve önemlidir. Bir taban örgütlenmesi olarak kurulan kooperatifler yoluyla üreticiler / yetiştiriciler hem girdiler üzerinde hem de çıktılar / ürünler üzerinde söz sahibi

 

olabilirler. Böylelikle adil gelir dağılımı, yeterli gelir edilmesi, kırsal kalkınma, üretim planlaması, ürün kalitesi, tüketicinin korunması dahil olmak üzere pek çok konu daha kolay ve yaygın biçimde hayatımıza girebilir.

 

Ancak tarımsal örgütlerin etkin biçimde sektörde yer aldığını söylemek mümkün değildir. Bazı başarılı çalışmalar yapan tarımsal örgütleri bir kenara bırakarak örgütler ve örgütlenme konusunda yapılması gerekenleri sıralayabiliriz:

  • Tarımda  örgütlenme, özellikle kooperatifleşme, bir devlet politikası olarak
  • Örgütlerde görev ve sorumluluk dağılımı iyi yapılmalı, aralarında rekabet yerine işbirliği ve dayanışma geliştirilmelidir.
  • Küçük örgütler yerine tüm yörede / bölgede / ülkede söz sahibi olabilen örgütler oluşturulmalıdır.
  • Mümkünse tarımsal örgütler bir çatı altında toplanmalıdır.
  • Tarımsal örgütlerin tek çatı altında toplanması onların geneli görme / değerlendirme ve temsil etme kapasitesini geliştirmeye olanak tanımalıdır.
  • Tek çatı altında toplamak ortak / üyeler için işlerin daha az masraf ile hızlı yürütülmesine yol açmalıdır.
  • Tarımsal örgütlerin çalışma alanları net biçimde tanımlanmalıdır.
  • Tarımsal örgütler gerek girdi fiyatları ve gerekse çıktı / ürün fiyatları üzerinde belirleyici olmalıdır.
  • Tarımsal örgütler özellikle kooperatifler, üretim ve depolama tesislerinin (fabrika, depo, soğuk hava deposu, vb.) sahibi ve / veya işleticisi olmalıdır. Bu konuda gerekli düzenleme ve çalışmalar yapılmalıdır.
  • Tarımsal örgütler, kendi alanlarında; istatistik, eğitim, ıslah, AR-GE ve pazarlama çalışmalarını yapacak biçimde yapılandırılmalı ve bunlar için bütçeler – gerekirse belirli bir süre için kamu tarafından olmak üzere – oluşturulmalıdır.
  • Tarımsal örgütlerin bir bankası olmalıdır.
  • Tarımsal finansman konularında çalışan kuruluşlar, yeniden yapılandırılmalı ve asıl görevlerini yapmalıdırlar.

İşletme Yapısı ve Nüfus

 

Türk tarımında temel sorunlardan birisi işletme yapısıdır. Türkiye’de tarım, küçük ve parçalı alanlarda yapılmaktadır. Aynı şekilde hayvancılıkla uğraşan işletmelerin önemli kısmı az sayıda hayvan ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır.

 

Türkiye’de işletmeler ortalama 5,9 hektar (59 dekar) büyüklükte araziye sahiptir. Bu rakam ortalama olarak Fransa’da 52,1 hektar ve Almanya’da 45,7 hektardır. Ülkemizde işletmelerin sahip olduğu arazilerin ortalama parsel sayısı 10’dur. Parçalı ve AB ortalaması olan 12,6

hektarın oldukça altında yürütülen tarımsal faaliyetler işletmelerin (ailelerin) karşısında ciddi sorun olarak durmaktadır. Burada şöyle bir durum vardır: İşletmelerin yaklaşık %33’ü 1 – 19 dekar araziye sahipken %31’i 20 – 49 dekar araziye sahiptir. İkisinin toplamı (%33 + %31 : %64)

 

işletme sayımızın yaklaşık üçte ikisini oluşturmaktadır. Başka bir deyişle ülkemizin çiftçisinin

üçte ikisi (%64), 50 dekardan az ve parçalı parseller üzerinde tarımsal üretim yapmaktadır.

 

Hayvancılıkta da benzer durum söz konusudur. 1 – 4 büyükbaş hayvan sahip işletme sayısı yaklaşık %44 iken 5 – 9 büyükbaş hayvana sahip işletmelerin oranı yaklaşık %22’dir. 10’un altında büyükbaş hayvana sahip işletme sayısı %66 olup toplam hayvancılığın üçte ikisini oluşturmaktadır.

 

Küçükbaş hayvan sahipliğinde durum yaklaşık olarak şöyledir; 1 – 4 küçükbaş hayvana sahip işletmeler %11, 5 – 9 küçükbaş hayvana sahip işletmeler %10, 10 – 19 küçükbaş hayvana sahip

işletmeler %14 ve 20 – 49 küçükbaş hayvana sahip işletmeler %18’dir. Küçükbaş hayvancılıkla uğraşan ailelerin yarısından fazlası (yaklaşık olarak %53) 49 ve altında hayvana sahiptir.

 

Günümüzde istihdamın yaklaşık 18’inin oluşturan tarım sektörünün GSMH’dan aldığı pay %5 seviyesine gerilemiştir. Bu rakamın bir başka anlatımı da şudur; Türk çiftçisi, kişi başına düşen millî gelirden ortalama bir vatandaşın aldığı rakamın üçte birini ancak alabilmektedir.

Özetlenen köklü sorunlar nedeniyle tarımdan ve üretimden kaçışlar devam etmektedir.

 

Bugün tarımda yer alan kişilerin yaş ortalaması 56 olmuştur. Tarımda yer alan kişilerin bu alandan çekilmesi ve yeni kişilerin üretime girmemesi durumunda ülkemizi bekleyen pek çok sorun ve tehlike vardır. Ülkemizin tarımsal üretiminin devamlılığı, kadim tarımsal üretim bilgisinin yok olmaması, kalkınma ve gıda egemenliği gibi temel gerekçelerle tarımda yer alan ve almaya devam edecek kişiler üzerinde çok özel çalışmalar yapılmalıdır.

 

İşletmelerin tarımsal üretimde kalmaya devam etmesi için bazı öneriler şunlardır;

  • Alternatif ve katma değeri yüksek üretimin
  • Yılın her döneminde üretimin devam edeceği alanlar seçilmeli ve bu alanlarda üretim teşvik edici faaliyetler yapılmalıdır.
  • Üreticinin sosyal güvenlik sisteminde kalması ve primlerini ödemeleri desteklenmelidir.
  • Kırsal kalkınmaya daha fazla önem
  • Küçük ile işletmeleri zorunlu ve öncelikli olarak
  • Küçük aile işletmelerinin örgütlerde özellikle kooperatiflerde yer alması ve bu örgütlerin etkinliğin artırılması mutlaka sağlanmalıdır.
  • Kırsalda yaşayan kişilerin yaşam koşulları iyileştirilmelidir.
  • İşletmelerde verim arttırıcı çalışmalara öncelik
  • Tarımsal üretimde devamlılığın sağlanması için gençleri teşvik edici önlem ve uygulamalar yapılmalıdır.
  • Kaybettirilen “tarımın itibarı”nın yeniden kazanılması için özel çalışmalar yapılmalıdır.

 

İklim, Coğrafya ve Kadim Tarım Bilgisi

 

Türk tarımını konuşurken iklim, coğrafya ve kadim tarım bilgisinden bahsetmemek olmaz. Ülkemizin ürün çeşitliliği oldukça zengindir. Bunu iklim ve coğrafya koşulları ile kadim tarım bilgisine borçluyuz.

Ülkemizde, 3.000’den fazlası endemik olmak üzere en az 10.000 bitki yetişmektedir. Örneğin buğday dünyaya bizim topraklarımızdan dağılmıştır. Göbeklitepe kazılarına göre

 

topraklarımızdaki buğday tarımının tarihi en az 12.000 yıl öncesine dayanmaktadır. 12.000 yıldır büyüklerden küçüklere geçen bilgi, kadim tarım bilgisidir. Bu bilgiler, Anadolu insanının üreticiliğinde ve bilgeliğinde kuşaklar boyu aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Kadim bilginin aktarımı yakın gelecekte tehlikeyle karşı karşıyadır; çünkü günümüzde tarımla uğraşan insanımızın yaş ortalaması 55 – 56’yı geçmiştir. Bunun anlamı bir – iki nesil sonra tarımda yeterli insan kalmayacağıdır. Üretimde insan kalmaması, aynı zamanda kadim bilgi aktarımının bozulmasıdır. Tarımda bizi bekleyen en büyük tehlikelerden birisi budur; çünkü tarım sadece okul sıralarında anlatılarak öğrenilecek ve sevilecek bir alan değildir. Tarımın, teorik bilgi kadar,  uygulama ile öğrenildiğinde bir anlamı vardır.

 

Bütün dünyada konuşulan iklim değişikliği yerini “iklim krizi”ne bırakmıştır. Yakın zamanlara kadar insanlığın gördüğü / bildiği iklim koşulları değişmeye başlamıştır. Bu değişiklik tarımı doğrudan etkilemektedir. Uzmanlara göre kritik 1,5 derecelik hava ısınması, dünyayı dönülmez şekilde ve olumsuz olarak etkileyecektir. Bugün bile hissedilen iklim krizinin belirtileri tarımsal üretimi ve verimi kökten değiştirecektir. Her şeyden önce iklim krizinin yıkıcı etkilerine karşı gelebilmek için inanılmaz büyüklükte paralar harcanması gerekmektedir. Görünüşte ortada öyle bir para ve niyet yoktur. Buna karşılık ülkemiz, bugün tanımlandığı haliyle yarı kurak iklim bölgelerine sahiptir. Yağışların azalması ve de yağışların düşme miktar ve şekillerinin değişmesi, ülkemizin tarımsal üretimi kadar yaşam şeklini de kökten değiştirecektir. Ülkemizin belli bölgeleri, “kuraklığın yaşanacağı bölgeler” olarak varsayılmaktadır. Bu, yakın gelecekte yüzleşeceğimiz bir büyük tehlikedir.

Bilindiği gibi ülkemiz “su zengini” değildir. Ülkemiz, “su stresi çeken” ülke konumundadır. Bir diğer anlatımla yakın zamanda su fakiri ülke olmaya adayız. Yapılan hesaplamalara göre, kullanılabilir suyun yaklaşık %74’ü tarımda kullanılmaktadır. Ülkemiz mevcut üretim şekli ve ürün deseni ile tarımda yeterli sulama suyunu bulamayabilir. O halde tarımsal üretim şeklimizi ve ürün desenimizi değiştirmek ve de suyun değerini öğrenmek zorundayız. Aksi halde büyük bir diğer tehlike kapımızı çalacaktır.

Ülkemiz, dört mevsimin yaşandığı bir coğrafyaya sahiptir. Ancak yakın zamanlarda netlikle görüldüğü gibi, tüm ülkede kitaplarda anlatıldığı biçimde, dört mevsim yaşanmamaktadır. Çoğu ilimize kar yağmamakta ya da oralara düşen kar hızla erimektedir. İlkbahar veya sonbahar, anlatıldığı gibi, üç ay sürmemekte ve daha kısa biçimde ara bir geçiş dönemi olarak kış – yaz arasında yaşanmaktadır.

Topraklarımızda tarımsal verimi; aşırı sulama, gübre ve diğer kimyasal takviyeler ile sağlamaya çalışmaktayız. Buna karşılık ekilebilir topraklarımız; tuzlaşma, erozyon ve aşırı kimyasal birikimi gibi tehlikelere açık duruma gelmiştir. Sulak alanlarımızı önemli oranda kaybettik. Geçtiğimiz 50 yılda, 3 Van gölü büyüklüğünde 1,3 milyon hektar sulak alan yok oldu. Doğal kaynak olan suyun azaldığını biliyoruz. Suyun kullanımı ciddi paralara mal olmaktadır. İşin kötüsü, Konya ovasının meşhur obruklarının gösterdiği gibi yeraltı sularımız azalmakta ve aşağılara doğru inmektedir. Geçmişte 5 – 10 metreden su çıkarılan bazı yörelerimizde, yeraltı suları 150 – 200 metre derinliğe inmiştir. Suyun azalması bir yana, suyun o mesafeden çekilmesi başka tür maliyet demektir.

Özetlemek gerekirse kaybetmeye devam ediyoruz. Kayıplarımızı telafi etmek için harcanması gereken para, zaman ve emek şimdilik gün yüzüne çıkmamıştır. Bilinmesi gereken şey dünyada

 

hiçbir şeyin sınırsız olmadığıdır; çünkü doğa, “kurallar”, “koşullar” ve “sınırlar” ile vardır. İnsanlık, anlaşılmaz bir şekilde, kuralsızlığı benimseyip ve sınırsızlığı hedefleyip koşulları zorlamaktadır. İnsanlığı bekleyen en büyük tehlike budur.

 

 

(* Bu yazının hazırlanmasında “Hasat Türk” gazetesinde yayımlanan yazılardan yararlanılmıştır.)

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir