MODERNLEŞME ÜZERİNE DÜŞÜNCELER – 2
‘’Sömürgeciliğin kılıfı olarak kullanılan ‘’modernleştirme’’ anlayışının oluşturduğu dünya genelindeki ‘bağımlı gelişme’ olgusu modernite üzerine yapılacak her türlü çalışmada başat konuyu oluşturması gerekmektedir.’’
Bir önceki yazımızda kısaca modernitenin kapitalizmle ilişkisini ve Kemalizm’in nasıl bir modernleşme sürecini karşıladığı hususunu tartışmıştık. Bu hususlarla birlikte birçok önerme ortaya koymuş ve yeni yazılarımızda bu önermeleri tartışmaya açacağımızı belirtmiştik. Yukarıda italik olarak verdiğimiz pasaj bir önceki yazımızda ortaya attığımız önermelerden ilkidir. Bu yazıda mümkün mertebe bu önermeyi tartışmaya ve bu önermenin neden önemli olduğunu açıklamaya çabalayacağız.
Modernite daha önce de bahsettiğimiz üzere kapitalizm ile ayrılmaz bir ilişkiye sahip bir olgudur. Dolayısıyla ortaya çıktığı Avrupa’da kapitalizmin ortaya çıkışı ile paralel bir seyir izlemiştir. Kapitalizmi yaratan süreçler bu açıdan analiz edildiğinde bir bakıma moderniteyi de ortaya çıkaran süreçlerdir demek çok da yanlış olmayacaktır. Ortaçağ’ın hâkim üretim biçimi olan feodalite (Avrupa özelinde) özellikte 11. ve 12. yy’lara gelindiğinde ticaretin canlanmaya başlaması ile birlikte palazlanmaya başlayan ve daha sonra burjuvazi olarak anılacak olan yeni bir sınıfın ilk çekirdeklerinin oluşmasını sağlamıştır. Feodal üretim biçiminin içinden çıkmayı başaran ve her geçen yüzyılla birlikte daha da güçlenen burjuva sınıfı, mevcut kendi kendine yeten kapalı ekonomik düzeni (otarşi) parçalayarak bunun yerine daha akışkan bir düzen ikame etme gayreti içine girmiştir. Feodalitenin söz konusu otarşik yapısı yeni palazlanan burjuva sınıfının ekonomik ihtiyaçları karşısında en büyük engellerden birini oluşturmaktaydı. Diğer bir engeli ise feodal üretim biçiminin en önemli dayanağını oluşturan ve kendileri de bir feodal pozisyonunda bulunan Katolik Kilisesi ve ona bağlı Ruhban sınıfı oluşturmaktaydı. Burjuvazinin bu her iki engele karşı giriştiği mücadele, birkaç yüzyıl sürecek olan ve Avrupa Anakarasını büyük çalkantılara itecek olan tarihsel gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu tarihsel ve düşünsel gelişmeler Avrupa ekonomik düzenin kökten değiştirmiştir ve ayrıca Avrupa’ya hâkim olan düşünsel yapıyı da devrimsel bir dönüşüme tabi kılmıştır.
Avrupa anakarasındaki söz konusu dönüşüm bir yandan moderniteyi var ederken diğer taraftan da anakara dışındaki toplumları da etkilemeye eşzamanlı olarak başlamıştır. Burjuvazi ticaret ile elde ettiği kazançları tüketim yoluyla harcamak yerine birikime çevirmiş ve üretim süreçlerine aktararak sermaye birikimini gerçekleştirmesiyle birlikte kapitalizmin arkaik köklerini oluşturmaya başlamıştır. Bu noktada kentler kritik bir rol üstlenmişlerdir. Özellikle İngiltere kentlerinde manifaktür üretimin serpilmeye başlaması ile birlikte gerçek anlamda kapitalist sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Sömürgecilik işte bu tablosu çizilen gelişme seyri içerisinde kritik bir noktayı sembolize etmektedir. Bir yandan ucuz hammadde ihtiyacının karşılanması ve ayrıca yeni pazarlar ihtiyacını da gidermesi anlamında önemli bir görevi ifa etmiştir. 1960’lara kadar akademiye hâkim olan düşünce Avrupa dışındaki toplumlarda kapitalizmin gelişmemesi ve dolayısıyla modernleşememeleri bu toplumların içsel yetersizliklerine bağlanmıştı. Ancak 60’larla birlikte özellikle Latin Amerika üzerine çalışmalar yapan Bağımlılık Okulu düşünürlerinin ortaya koydukları tezler bu düşünceyi ciddi bir tartışma konusu haline getirmiştir.
Bu hususta milat olarak kabul edilebilecek çalışma Andre G. Frank’in Monthly Review Dergisinde 1966 yılında yayınladığı ‘’The Development of Underdevelopment’’ – Türkçeye Azgelişmişliğin Gelişimi olarak çevrilmiştir- isimli makalesidir. Frank Azgelişmişliğin Gelişimi kavramını sömürge ülkelerdeki sözde geri kalmışlığın kapitalizmin gelişimi ile olan ilişkisini ortaya koymak maksadıyla ortaya atmıştır. Sömürge ülkelerin kapitalizm ile erken başlayan ilişkisi içerisinde bağımlılık ilişkisi geliştirilerek, söz konusu ülkelerin Metropol ekonomilere birer Uydu olarak bağlandıkları ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu üçüncü dünya ülkelerinin sorunu Avrupa Merkezli tarih anlayışının ifade ettiği gibi bir geri kalmışlık değil, bundan tamamen farklı bir tarihi gerçekliğe işaret eden Azgelişmişliğin Gelişimi’dir. Frank’e göre Avrupa merkezli bakışın dayattığı Batı dışındaki toplumların modernleşememesi üzerine ortaya atılan düşünceler tamamen tarihi gerçeklerle uyuşmayan tezlere dayanmaktadır. Çünkü sömürgeleştirilmiş üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizmin metropol ekonomileri ile asimetrik bir ekonomik ve siyasal ilişkiler içerisine girmiş dolayısıyla da uydulaşmış bir ekonomik ve siyasal yapı oluşmuştur. Bu durum bir geri kalmışlık sorunu değil bizzat Batı eliyle yaratılmış bir Azgelişmişliğin gelişimi sorunudur. Azgelişmişliğin gelişimini mümkün kılan önemli bir diğer etken ise (sömürgecilik dışında) azgelişmişliğin üçüncü dünya ülkelerinde yerleşmesini sağlayan komprador burjuvazidir. Sömürgeleştirilmiş ülkelerde ortaya çıkan bu burjuva sınıfı Metropol ekonomilerin kapitalist sınıfı ile direk ilişkiler oluşturarak Batı kapitalistlerinin çıkarlarına uygun bir ekonomik yapının Üçüncü dünya ülkelerinde tesis edilmesini sağlamışlardır. İşte bu ekonomik yapıya Uydu gelişme ismi verilmiştir. Ortada belli bir gelişme durumu söz konusu olmasına rağmen söz konusu gelişme hiçbir biçimde sömürge ülkelerin menfaatine olmamaktadır. Büyük oranda Batı kapitalist sınıfların çıkarlarına ve sömürge ülkelerdeki elit bir azınlık gurubun menfaatine olacak biçimde gerçekleşmektedir. Bu da bizi daimi hale gelmiş bir Azgelişmişliğin Sürekliliği mefhumuna götürmektedir. Bağımlılık Okulu’nun vurguladığı gibi kapitalist üretim biçimi ve onun oluşturduğu ekonomik düzen dünya üzerinde bir yanda metropol ekonomiler meydana getirirken diğer yandan bu metropollerin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde dizayn edilmiş uydu ekonomiler var etmektedir. Bu sistem de yaratılan azgelişmişliğin sürekliliğini garanti altına almaktadır. Bu kavramsallaştırmanın bir diğer şekli ise merkez-çevre kavramsallaştırmasıdır. Metropol ekonomiler merkezi imgelerken uydu ekonomiler çevreyi imgelemektedir. Bu noktada önemli bir tartışma konusu da değinmeden geçmemek gerekmektedir. Frank ve arkadaşlarının ortaya koydukları Bağımlılık Teorisi dünya genelinde büyük bir tartışmayı tetiklemiş ve bu teoriyi destekleyenler kadar karşı çıkanların da oluşmasına sebebiyet vermiştir. Karşı çıkanların teoriye dönük birçok eleştirisi bulunmakla birlikte teorinin kendisini geliştirmesine yönelik katkı sunan en önemli eleştirilerden birisi söz konusu teorinin son derece statik (durgun) bir yapı betimlediğini ancak tarihsel süreçte metropol ekonomiler içinde olmayıp sonradan merkez ülke haline gelmiş ülkelerin var olduğunu ve teorinin bu ülkeleri açıklama noktasında yetersiz kaldığını öne sürmüştür. Bu ülkelere bir örnek verilecek olursa en bilineni Japonya’dır. İşte bu eleştiri üzerine Immanuel Wallerstein Bağımlılık Teorisi’ni geliştirerek Dünya Sistem Teorisi’ni ortaya atmıştır.
Dünya-Sistem Teorisi’nin en özgün tarafı merkez-çevre ikiliğinin içerisine yarı çevre kavramını dâhil etmesidir. Mevcut dünya-sistemin sadece merkez ve çevre ülkelerden müteşekkil olmadığını bu ikisi arasında bulunan ve ayrıca sistemin devamlılığı açısından da kritik öneme haiz olan yarı-çevre ülkelerinde var olduğunu ifade etmiştir. Yarı-çevre ülkelerin teorik yaklaşımdaki önemi, söz konusu bu ülkelerin çevre ve merkez arasında bağlantı işlevi görmesi ve ayrıca çevre ülkelerin de sisteme tam entegrasyonu ile merkezleşebileceği imkânın her zaman açık olduğuna dair bir yanılsamanın var olmasını sağlamasıdır. Wallerstein ve özellikle Frank arasındaki bir diğer farklılık, dikkat edilirse Wallerstein teorisini Dünya-Sistem olarak ifade etmekte ve kavramın arasında (-) işareti kullanmaktadır. Çünkü Frank ve Barry Gills bu sistemi Dünya Sistem olarak isimlendirip tarihini 5000 yıllık olarak işaretleyerek bu sistemin neredeyse insanlık tarihi kadar eski olduğunu ifade etmişlerdir. Buna karşın Wallerstein bunun Dünya-Sistem olduğunu ve tarihini kapitalizmin tarihi ile eşdeğer bir şekilde 500 yıllık tarihe sahip olduğunu ifade etmiştir. Bizim açımızdan da kapitalizmin ve onunla ilişkili olarak modernleşmenin gelişimi ve bunların yarattığı azgelişmişliğin tarihsel seyri incelendiğinde Wallerstein’ın kavramsallaştırmasının daha gerçeğe uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Tarihler biraz daha ilerleyip 70’li yılların sonuna gelindiğinde bu akademik ortama ek olarak modernleşmeye dönük eleştirilerin de artması ile birlikte yeni bir akademik anlayış ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu akademik ortamda Edward Said 1978 yılında Avrupa tarih anlayışının Doğu’ya dönük bakış açısını eleştirdiği ve çok büyük tartışmaları da beraberinde getiren Oryantalizm: Batı’nın Doğu Anlayışları isimli eserini yayınlamıştır. Said’in eleştirdiği Oryantalist anlayış kısaca: Batı’nın Doğu’yu sahip olduğu öz-değerden soyutlayarak nesneleştirmesi ve kendi bakış açısıyla onu yeniden söylemsel olarak inşa etmesi durumudur. Batı Oryantalist bakış açısı sayesinde Doğu’yu Doğulaştırmakta ve bu vesile ile de kendisinin oradaki varlığını meşrulaştırmaktadır. Ekonomik alanda azgelişmişliğin gelişimi ve sürekliliğini sağlarken bir diğer yandan da Oryantalist düşünce ile kendisinin sömürgeci varlığını ideolojik-kültürel sahada meşru hale getirmektedir. Çünkü sömürge ülkeler geri kalmıştır ve bunların geri kalmalarının sebebi kendi kültürleri, kendi toplumsal ve siyasal yapıları, kendi ekonomik ilişkileridir. Bu halden mütevellit Batı kendi dışındaki tüm geri kalmış dünyayı ‘’medenileştirmektedir’’.
Bu yazımızda ilkyazımızda ortaya attığımız ilk önermemizi açıklama gayreti içine girdik. Yazının hacmi sebebi ile tam teşekküllü bir açıklama yapmak pek mümkün olmamaktadır. Değerli okuyucularımızdan bu konuda anlayış beklemekteyiz. Devam eden yazılarımızda yine ortaya attığımız önermeleri açıklamaya ve büyük resimde ne anlatmaya çalıştığımızı açıklamaya gayret göstermeye devam edeceğiz. Umarız sizler içinde okuma zevki olan bir yazı dizisi meydana çıkacaktır. Şimdilik esen kalın. Sonraki yazıda görüşmek ümidiyle…
Hoşça kalın…