GenelSiyaset

MİLLİYETÇİLİK

“Milliyetçilik teorisi Marksizm’in büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor.”

Tom Nairn.

Milliyetçilik kavramı ortaya çıktığı ilk zamanlardan itibaren önemli tartışmaların odağı olmayı başarmıştır. 18. yüzyıldan itibaren politik, ekonomik ve sosyal konularla ilgili tartışmaların ana konularından birisi olmayı başaran milliyetçilik gerek ideolojiler gerekse kuramsal yaklaşımlar için de değerli bir tartışma konusu olmayı başarmıştır. Milliyetçiliğin ve milletlerin ortaya çıkış serüvenine dair birçok farklı kuramsal yaklaşım (ilkçiler, daimiciler, modernistler, etno-sembolistler) olmakla birlikte milliyetçiliğin birbirinden farklı ve hatta birbirleri ile mücadele içinde dahi bulunan tipolojileri (Liberal Milliyetçilik, Muhafazakar Milliyetçilik, Yayılmacı Milliyetçilik, Anti-kolonyal Milliyetçilik) de bulunmaktadır. Bu denli geniş çerçevede tartışılan, farklı kuramsal yaklaşımlara ve ideolojik eklemlenmelere müsait bir içeriğe sahip başka bir mefhumun varlığı insanlık tarihinde eşine pek sık rastlanılmayan türden bir olgudur. Kavramın bu çok yönlü kullanımına paralel olarak da kavram hakkında çok çeşitli tartışmalar da gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye de devam etmektedir. Özellikle 19.yy’ın sonlarına doğru milliyetçiliğin Avrupa özelinde sömürgeci hareketlere temel teşkil edecek biçimde kullanılması birtakım çevreler tarafından milliyetçiliğe karşı anti-pati doğmasına sebebiyet vermiştir. Buna koşut olarak milliyetçiliğin ilk demlerinden itibaren kapitalizmin önemli çıktılarından birisi olan (Avrupa özelinde) Ulus-devleti oluşturma da üstlendiği kritik misyon, Marksist düşünce tarafından bir burjuva ideolojisi olarak kodlanmasına ve milliyetçiliğe karşı daima Marksistler tarafından aleyhtar bir yaklaşımın tutturulmasına sebep olmuştur. Ulus-devletlerin oluşturulması ve burjuvazi için misyonunu tamamlamasının akabinde “küreselleşme” düşüncesinin ağırlık kazanmasıyla beraber artık liberal düşünce için de milliyetçilik aleyhtarı olunması gereken köhneleşmiş, modası geçmiş bir ideoloji haline gelmiştir. Bu yönüyle hem Ortodoks Marksist akım hem de liberal düşünce geleneği için milliyetçilik “istenmeyen” fikir durumuna düşmüştür.

Tüm bu anlatıların ziyadesinde milliyetçiliğin büründüğü farklı bir misyon daha söz konusudur. Üçüncü Dünya ülkeleri açısından milliyetçilik sömürgeciliğe karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin üzerine yükseleceği en önemli temeli teşkil etmiştir. Bu gerçekliğin varoluşunu mümkün kılan olgu ise Türk Kurtuluş Savaşı’dır. Modern anlamda bir Ulus-devlet oluşturmak isteyen ancak aynı zamanda emperyalist sömürgeciliğe karşı da bir başkaldırı gerçekleştirmek zorunda olan ezilen milletler milliyetçiliği öncülü olan Avrupa merkezli milliyetçilik anlayışından son derece farklı bir okumaya tabi tutmuşlardır. Bu tür sömürge karşıtı milliyetçilik ırksal temellere dayanmaktan son derece uzak durmuştur. Varoluşu itibariyle reaksiyoner bir karaktere sahip olan bir tür milliyetçilik maalesef çok azının farkına varmasına karşın Marksistler tarafından yine Avrupa’da olduğu gibi bir burjuva ideolojisi olarak kodlanmış ve desteklenmemiştir. Bu milliyetçilik türünün ilerici bir hüviyete sahip olduğunu fark edenlerden birisi, Rus Devrimi’nin önderi Lenin’den başkası değildir. Emperyalizme dair çağın en yerinde analizlerinden birisini gerçekleştirdiğini bir önceki yazıda ifade ettiğimiz Lenin, azgelişmiş ülkelerdeki milliyetçilik kavrayışının emperyalist ülkelerdeki milliyetçilik anlayışı ile karıştırılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Tabi bu noktada vurgulanması gereken husus, her azgelişmiş ülke milliyetçiliğinin ilerici bir karaktere sahip olamayabileceğidir. Bu olasılık her daim zihinlerde tutulması gereken bir gerçektir. Buna karşın anti-emperyalist karakterli olan azgelişmiş ülke milliyetçiliklerinin ilerici bir hüviyete sahip olduğu ise gözden kaçırılmaması gereken çok değerli bir durumdur.

Kemalizm’in milliyetçilik anlayışı da diyalektiğin bir gereği olarak anti-emperyalist karaktere sahiptir. Şüphesiz Lenin önderliğindeki Sovyetlerin Türk Bağımsızlık Mücadelesi’ne verdiği desteğin ve daha sonrasında da kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile dostane ilişkiler kurması ve uzun süre devam edecek dostluk anlaşmaları imzalanmasının en temel sebeplerinden bir tanesi budur. Türkiye özelinde milliyetçilik sömürgeciliğe karşı başkaldırının nişanesi olmuştur. Tarih ilerledikçe emperyalizm ile iltisaklı ve gericilik ile bağlar oluşturan milliyetçilik türleri de tarih sahnesine çıkmıştır. Milliyetçiliğin çok farklı yorumları politik sahada kendisine alan bulmaya başladıkça, halihazırda milliyetçiliğe karşı mevcut olan ön yargılar daha da perçinlenmiştir. Ne yazık ki, milliyetçi akımların karakterlerinin ve misyonlarının içsel vaziyetini tahlil edemeyen Türk Solu gittikçe milliyetçilikten uzaklaşmıştır. Bir dönem ‘’sosyalizm bayrağını milliyetçiler taşır’’ ifadelerinin dergi kapaklarının başlık kısımlarını doldurduğu noktadan milliyetçiliğin esamesinin okunmadığı bir noktaya gelinmiştir. Yenilgi işte tam da bu noktada başlamıştır. Türkiye’nin ilerici güçlerinin birbirlerinden uzaklaşması karşı hegemonyanın tüm ağırlığıyla politik sahayı ele geçirmesini mümkün kılmıştır. Küresel odaklar tarafından sınıf analizi tehdidini bertaraf etmek maksadıyla Anglo-Sakson akademiler marifetiyle üretilen “kimlik” siyaseti hem dünya çapında hem de Türkiye özelinde Sol siyaseti strateji geliştiremez hale getirmiştir. Gramsciyen anlamda Hegemonya mücadelesinin en önemli cephelerinden birisini oluşturan Sivil Toplum, kimlik üzerinden politika üreten, sınıfsal analizi rafa kaldırmış yapıların işgaline uğramıştır. Bunun karşılığında milliyetçilik tamamen gericiliğin kollarına itilmiş ve ırkçılık ile eşdeğer görülmeye başlanmıştır. Bu karaktere sahip olan milliyetçilik anlayışlarının varlığı sabit olmakla birlikte anti-emperyalist karakterli milliyetçiliğin olasılığı dahi görmezden gelinmeye başlanmıştır. Totalci anlayışla hareket eden bu yeni toplumsal hareketler bir yandan bahse konu ettiğimiz milliyetçilik türünü görmezden gelirken diğer yandan sınıfsal analizi de tümden yok olma noktasına getirmiştir. Ancak küreselleşme safhasına gelmiş olan kapitalizm karşısında azgelişmiş ülkelerin yegâne dayanağı hala ırkçılık ve gericilikle ilişkisi bulunmayan anti-emperyalist milliyetçilikten başkası değildir.

Çok-kutuplu bir dünya düzeni oluşurken gelişmiş kapitalist ülkelerin yeniden bir paylaşım mücadelesine girdiği bu tarihi süreçte, azgelişmiş ülkelerin paylaşım mücadelesinin konusu haline gelmemeleri için verilecek mücadele kapitalist sistemi akamete uğratacak ve onun içsel çelişkilerinin krizlere dönüşmesini sağlayacak yegâne yoldur. Azgelişmiş ülke halklarının bu anti-emperyalist karaktere sahip milliyetçilik ile küresel kapitalist sisteme dair farkındalığının arttırılması, gelişmiş ülkelerin sömürgeci faaliyetlerini baltalamakla kalmayacak, kapitalist sistemin çelişkilerini arttırarak, uzun süredir uykuda olan gelişmiş kapitalist ülke emekçi sınıflarının da uyanışlarını mümkün hale getirecektir. 70’lerden itibaren kesintiye uğrayan ve kimlik siyaseti belası ile uğraşmak zorunda kalan ilerici güçlerin bir araya gelmeleri ve bir alternatif hegemonya inşası için ivedilikle mücadeleye girişmeleri elzemdir.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir