Genel

MİLLİYETÇİLERE SESLENİŞ

Yazan: Doğan Avcıoğlu

İç ve dış kapitalizmin Türkiye’mizi kiralık bir toprak parçası haline getirme çabasına karşı, toplumun her kesimindeki milliyetçiler, yeni bir Milli Kurtuluş Savaşı vermek üzere birleşmek zorundadırlar.

Tersine Gidiş

Birkaç gün önce, Cezayir Milli Kütüphanesi’nin direktörü ile görüştük. Genç ihtilalci, “Benim neslimdeki Cezayirlilerin çoğunun adı ya Mustafa Kemal’dir, ya da İsmet” dedikten sonra,  şöyle devam etti: “Babamı hatırlıyorum, Türk Milli Kurtuluş Hareketi’nde kendi milletinin, hatta bütün fakir milletlerin kurtuluşunu görürdü. Bizden önceki nesle ümit etmeyi Türk Kurtuluş Savaşı öğretti. Ama bizim nesil, milli kurtuluş hareketlerine karşı çıkan bugünkü Türkiye’yi sevmiyor.”

Genç Cezayirli aydın bu sözlerle, politik bağımsızlığını kazandıktan sonra ümit ve heyecan içinde, ekonomik bağımsızlık savaşına girişen fakir ülkelerin, memleketimiz hakkındaki düşüncelerini yansıtmaktadır: Fakir ülkeler arasında ilk ihtilal bayrağını açan ve milli kurtuluş hareketlerinin öncülüğünü yapan Türkiye’miz, kendi kurtuluş mücadelesini, yani kendini inkâr ederek, Sam amcaların, Hans amcaların çiftliği olmuştur. Gerçek acıdır, fakat bilinmelidir: Milletlerarası alanda Türkiye; Vietnam, Güney Kore, Milliyetçi Çin gibi dolar karşılığı topraklarını ve ekonomilerini kiralayan Amerikan peyklerinden biri sayılmaktadır. Uzun yıllardır kendimize ait bir dış politikamız olmamıştır. Sam Amca, Hindistan’a silah vermeye başlayınca, biz de aynı işi yapmaya kalkışmış ve dostumuz Pakistan’ın buna kızacağını unuttuğumuz için gülünç durumlara düşmüşüzdür. İlk defa Kıbrıs meselesinde, kendimize has bir politika yürütmek zorunda kalınca, “Niye Kıbrıs meselesini çözmüyorsun?” diye Amerika’ya kızmışızdır.

Türkiye, kendi meselelerini kendi çözmeye kararlı bağımsız bir memleket olmaktan, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçmek üzereydi. Mütareke günlerinde, yerli burjuvazinin en vatanperver insanlarının görüş ufku, Avrupa mandası yerine Amerikan mandasını seçmekten öteye gidemiyordu. O günlerde Atatürk, bütün fakir ülkeler esir durumdayken “sömürgeciliğe hayır” diyerek, Türkiye’mizi kurtardı. Gelgelelim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bütün esir ülkeler, politik ve ekonomik bağımsızlık savaşlarını başarıyla yürütürlerken, yöneticilerimiz tersine bir gidişle, Amerika ve Avrupa kapitalizmine karşı memleketin bütün kapılarını ardına kadar açtılar.

Dilenciliğin Bilançosu

Ekonomik ve dolayısıyla politik bağımsızlığımızdan vazgeçmemizi gerektiren Sam Amca’ya teslimiyet politikasının bilançosunu, Türk milliyetçileri olarak soğukkanlılıkla yapmanın zamanı artık gelmiştir.

Askeri ilişkilerimiz üzerinde, bu kısa yazıda durmayacağız. Dostlarımız, Kıbrıs’taki müdahale teşebbüsümüz karşısında, “Bizim emrimize verdiğiniz birliklerinizi ve size verdiğimiz silahları, ancak tasvip ettiğimiz işler için kullanabilirsiniz. Yoksa sizi Sovyetler Birliği’ne karşı korumayız.” demek zorunda karalak, askeri ilişkilerimizin tek taraflı niteliğini bütün açıklığıyla ortaya koymuşlardır. Askeri giderlerimizin, fakir Türk ekonomisi bakımından teşkil ettiği ağır yük ise çoktan beri anlaşılmıştır.

Henüz pek iyi anlaşılamayan husus, ekonomik ve teknik yardımlar için ödediğimiz fiyattır. Hemen söyleyelim ki geniş ölçüde borç veren ülkenin mallarını yüksek fiyatla satın alma uğruna kullanılan dış yardımlar, artık yardım niteliği taşımaktan çıkmış, ekonomiye net bir fayda sağlamadan, eski borçları yüksek faizli ve kısa süreli yeni borçlanmalarla kapama mekanizması hâlinde gelmiştir. İçinde bulunduğumuz yılın borç ödeme miktarı, 175 milyon dolardır. Şimdiye kadar sağlanan yardımlar ise 135-“40 milyon doları bulsa da yardım ancak borç taksitini karşılayabilecektir. Fakat yeni yardımların önemli bir kısmını yüksek faizli ve kısa süreli krediler teşkil ettiği için, borç yükü, elimize bir şey geçmeden devamlı olarak yükselecektir. Durum, daha şimdiden sıkışmıştır. Zira 1965’te borç taksiti, 215 milyon dolardır. 254 milyon dolarlık yardım talebimiz yrine getirilse bile, durum kritiktir.

Öte taraftan, borç taksitlerini yüksek faizle tecilden öteye gitmeyen yardımlar, azar azar verilmekte ve şeytanca bir politika ile ekonomi her an yardıma muhtaç durumda tutulmaktadır. Her an yardım dilenciliği ise afyon etkisi yaparak, iktidarları gündelik yaşamaya alıştırmakta ve onları ince eleyip sık dokumadan, dolar karşılığı istenen siyasal, askeri ve ekonomik tavizleri kabule zorlamaktadır. Biraz cesaret gösterip, “dış yardıma hayır, borç ödemeye paydos” diyebildiğimiz gün, milletçe uyanışımızın hareket noktasını teşkil edeceğiz.

Tanzimat’tan beri süregelen yabancı sermaye ile kalkınma efsanesi de resmi rakamların ışığı altında çökmektedir: 1952-63 devresinde Türkiye’ye gelen yabancı sermaye, nakit 39 milyon, ayni sermaye 200 milyon olmak üzere, 239 milyon liradır. Aynı tarihler arasında, toplam yabancı sermaye transferleri ise 124 milyondur. Döviz olarak gelen 39 milyon lira, döviz olarak giden 124 milyon liradır! Yabancı şirketlerin sağladığı kârlar ise korkunçtur: 30 milyon lira sermayeli çok üni bir nebati yağ firmasının 1952-1962 devresinde, resmi kâr toplamı 141 milyon liradır! 28 milyon sermayeli bir ilaç fabrikasının 1951-62 kârı 26 milyon liradır. Çok nazlı ve ürkek yabancı sermaye, yüzde yüz kârdan aşağı çalışmamaktadır. Kaldı ki bu sermaye, genellikle ilaç ambalajına, montaj atölyelerine ve Pepsi Cola, Coca Cola, Amerikan birası gibi gerçekten yüz kızartıcı sömürge yatırımlarına gitmektedir. İlaç ambalajı ve montaj atölyeleri, pahalı ve garantili ithalat yapma metodudur. Sanayi etiketini taşıyan bu ithalat, mesela taşıt araçları sektöründe, bir otomobil sanayi kurmamızı çok güçleştirmektedir. Türkiye’de dev kumpanyaların yaptıkları petrol harcamaları, ham petrol bu şirketlerden dünya fiyatlarının yüzde 35 üstünde ve dolarla ithal olunduğu için aslında bizim finanse ederek, yabancılara peşkeş çektiğimiz yatırımlardır.

Dış yardım ve yabancı sermaye edebiyatının altında, böyle acı gerçekler yatmaktadır. Memleketimiz, bu sözde yardımlara karşılık, verdiğimiz askeri ve siyasi tavizler bir yana, ekonomi ve politikasının tespitini ve kontrolünü Sam Amca’ya devretmiştir. Yardımın temel şartı, kapitalizmi geliştirmektir. Bu sebeple Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hazırlanan kalkınma planlarını, devletçiliği rafa kaldırmış ve devlet teşebbüslerini satışa çıkartmıştır. Parayı devletin sağladığı, fakat birkaç yerli ve yabancı şahsın yönettiği Ereğli Çelik ile Adana ağalarının emrindeki Çukurova Elektrik, zorla kapitalist yaratma çabasının gülünç örnekleridir.

Öte yandan, yardımların Türk parası karşılığının kullanılması, Amerikan Hükümeti’nin müsaadesine tabi kılınmıştır. Mekanizma kısaca şudur: Diyelim ki Amerikan Hükümeti Türkiye’ye 100 milyon liralık buğday vermiştir. Bu buğdayların satışı ile Merkez Bankası’nda 100 milyon lira birikmektedir. Türk Hükümeti bu parayı ancak Amerika Hükümeti’nin müsaadesi ile harcayabilir. Böylece Türk ekonomisi tam bir kontrol altında tutulabilmekte, Amerikan Hükümeti milyarlarca Türk lirasının kullanılmasında söz sahibi yapılarak, devlet içinde devlet olma durumuna getirilmektedir. Ayrıca zirai fazla yardımlarından biriken paraların yüzde 35’i ve diğer yardımlardan biriken yüzde 10’u Amerikan Hükümeti’nin emrine verilmektedir. Milyarları bulan bu paraları, Amerikan Hükümeti canının istediği gibi kullanabilir. Sam Amca, bu paralarla, personeline ücret öder, Türkiye’deki Amerikan firmalarına kredi açar ve daha çeşitli faaliyetlere girişebilir. Düşününüz ki bir yabancı devletin elinde milyarlarca Türk lirası vardır ve bunun nasıl kullanılacağı hakkında Türk Hükümeti’nin en ufak bilgisi yoktur! Türk milliyetçileri, bu milyarların hesabını sormalıdır.

Yeni Sömürgecilik

Dolar ve lira kesesini elinde tutan Sam Amca’nın, suni yollardan da olsa kendine bağlı bir kapitalizm yaratma çabası, işadamı, yöneticisi, avukatı, profesör ve yazarıyla ona bağlı geniş bir şebekenin doğmasına yol açmıştır. İş o kadarla da kalmamış, devlet teşkilatının her kesimine yerleştirilen uzmanlar, perde arkasından devleti yönetmeye kalkışmışlardır. Amerikan Casusluk Teşkilatının bir mensubu olan General Porter, Türk Hükümeti’nin Enosis’e karşı direndiği bir sırada, Amerika’nın Enosis planını kabul ettirebilmek için genelkurmay başkanı ile “dramatik” bir görüşme yapmak cüretini kendine bulabilmiştir.

Düyunu Umumiye devrinde dahi, bu kadar sıkı bir yabancı kontrolü altına düşmüş değildik. Tabii ülkenin bağımsızlığına görünüşte saygı gösteren, bu tip bir ekonomik ve politik kontrole çağımızda “yeni sömürgecilik” adı verilmektedir.

Yeni sömürgeciliğin yeri kadrolarını, ithalatçılar, toprak ağaları, komisyoncular, dış firmaların acenteleri, yabancı şirketlerin ortakları ile ücretli memurlar ve yazarlar teşkil etmektedir.

Bu kökü dışarıda, gayrimilli kadroya karşı, güçlü bir milli sanayinin sesini yükseltememesi gerçekten acıdır. İki elin parmaklarını aşmayacak sayıdaki ciddi müteşebbis sayılmazsa, memleketimizde Batı’dakine benzer sanayi burjuvazisi yetişmemiştir. Belki özel teşebbüsçülerimiz biraz şaşıracaklardır; ama gerçek bir milli özel sanayinin gelişmesini ilk alkışlayacaklar sosyalistler olacaktır. Sosyalistler, memleketimizin kalkınma ve sanayileşme ümidini yok edebilecek bir Ortak Pazar’a “hayır” diyebilen, yabancı sermaye adı ile kurulmuş kapkaççı montaj ve ambalaj atölyelerine karşı çıkabilen ve batakçı toprak ağalarının tasfiyesinde öncülük yapabilen bir milli özel sanayinin hasreti içindedirler. Ne var ki bir iki müteşebbisin dışında, bizim yerli kapitalist sınıf, milli vasfını inkâr ederek, milletlerarası kapitalizmin aracılığını yapmaktadır. Hatta Türkiye’yi tehlikeli bir yatırım bölgesi sayarak, sermayelerini dışarı taşıyan kapitalistlerin sayısı hızla çoğalmaya başlamıştır.

Doğruların anlaşılmasını ve memleketimizin kalkınmasını engelleyen bu ters durumun mutlaka düzeltilmesi gerekir. Türkiye’nin bugünkü durumunda, milliyetçi, iç ve dış kapitalizmin karşısında dikilen insandır. İç ve dış kapitalizmi savunanlar ise ancak ve ancak sömürgecilikten yana olanlardır.

Gerçek milliyetçiler, iç ve dış kapitalizmin güçlü saldırısı karşısında, Atatürk’ün liderliğindeki ilk Milli Kurtuluş Savaşı’nı yüz kızartıcı bir şekilde kaybetmişlerdir. Ama milliyetçiler, ikinci bir Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıracak gücü bulamazlarsa Türk milleti ve Türk vatanı yok olabilecektir. Bu sebeple, iç ve dış kapitalizmin Türkiye’mizi kiralık bir toprak parçası hâline getirme çabasına karşı, toplumun her kesimindeki milliyetçiler, yeni bir Milli Kurtuluş Savaşı vermek üzere birleşmek zorundadırlar.

 

Not: Bu yazı Yön dergisinin 25 Eylül 1964 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir