Genel

LAİKLİK NİÇİN YAŞAMSALDIR?

 

Türkiye; her zaman olduğu gibi, yine bir laiklik tartışması yapıyor. Bunun birkaç nedeni var elbette. İlki ve yapısal olanı, iktidarın izlediği politikalarla ilgili. İkincisi ve güncel olanı, Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet yönetiminde, devlet protokolünde, güncel siyasette artan ağırlığı ve tepki çeken açıklamalarıyla ilgili. Üçüncüsü dini vakıfların, tarikat ve cemaatlerin siyasette, ekonomide, bürokraside, eğitimde, sağlıkta, toplumsal yaşamda artan nüfuzuyla ilgili. Dördüncüsü ise Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ve uygulamalarıyla ilgili. Her dört gelişme de, laikliğin ne denli önemli, ne kadar yaşamsal olduğunu bir kez daha anımsattığından, konuyu enine boyuna tartışmakta yarar var.

Malum, laiklik; siyasi, hukuki, tarihi, dini, toplumsal, kültürel yönleri olan bir kavram. En kısa, en yalın, en sade tanımıyla, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geliyor. Egemenlikle de yakından ilgili. Yönetenlerin, yönetme yetkisini tanrısal olmayan bir kaynaktan, yani milletten alması olarak da tanımlanıyor. Bu yönüyle, demokrasinin olmazsa olmazı. Laik olmayan bir devletin, demokratik olması mümkün değil.

Laiklik; ulusal egemenliğin, milli birliğin, yurttaşlık bağının, kimlik siyasetini aşmanın, özgür düşüncenin, hukuk devletinin, kadın – erkek eşitliğinin, aklın ve bilimin esas alınmasının, çağdaş eğitimin, aydınlanmanın, inanç ve ibadet hürriyetinin temeli. Tüm bunlar yalnız ve ancak, laiklikle mümkün. Çünkü laiklik sayesinde, siyaset dine, din de siyasete karışmayacaklarının güvencesini veriyorlar. Din bireyselleşiyor. Vicdanlardaki yerini alıyor.

Dinin, mezhebin, dinsel bağ ve kimliklerin, dini inanç ve yorumların; siyasette menfaat, toplumda kutuplaşma, bürokraside ayrıcalık, hukukta üstünlük, eğitimde farklılık, ticarette avantaj aracı olmasının önüne, laiklik sayesinde geçilebiliyor.

 

Laikliğin ülkemizdeki gelişimi

Osmanlı Devleti, her ne kadar bir din – tarım imparatorluğu olsa da, başlangıcından itibaren şeriat hukukunu hiçbir zaman tümüyle uygulamamıştı. Siyasal yönelimi de toplumsal yapısı da din anlayışı da buna uygun değildi zaten. Hele de gerileme ve çöküş dönemlerinde şeriata aykırı yasalara, uygulamalara imza atmak zorunda kalmıştı. Bunda Avrupa’yla gelişen ilişkilerin, Avrupa devletleri karşısında alınan yenilgilerin de payı büyüktü kuşkusuz.

Dahası, hayatın pratiği içinde de, örneğin ticaret, şirketler, bankacılık gibi alanlarda da şeriat hukuku yetersiz kalıyordu. 1789 Fransız Devrimi’yle birlikte İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi gündeme gelince, Osmanlı Devleti’nde iş daha da çatallaştı. Çünkü Osmanlı topraklarında yaşayan milyonlarca Hristiyan vardı. İlerleyen süreçte Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856), Osmanlı Devleti’nin ve toplum yapısının, dünyevileşmesini daha da hızlandırdı. Bu adımları, Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet (1908) izledi.

Şurası kesin; Osmanlı bir ümmet toplumu olsa da, Arap toplumlarından farklıydı. Devlet, tam anlamıyla bir şeriat devleti değildi. Anadolu ve Rumeli’deki İslam anlayışı, Araplarınkiyle örtüşmüyordu. Osmanlı’nın; Balkanlarda, Rumeli’de gelişen bir devlet olması; Avrupa’yla olan coğrafi yakınlığı ve siyasal, askeri rekabeti; tebaası arasında Müslüman olmayanların, Yunan, Bulgar, Sırp, Hristiyan Arnavutların bulunması da bu durumu etkiliyordu. Toplumsal anlamda karşılıklı etkileşim güçlüydü. Devlet de bunu gözetiyor, daha dikkatli davranıyordu.

Osmanlı; Batı tipi eğitim kurumlarıyla, askeri eğitimle, tıp ve mühendislik eğitimiyle tanıştıkça, toplumda laik düşünceye yönelik güçlü bir temel de oluştu. Jön Türklerin ve İttihatçı kadroların da laik bir devlet ve toplum yapısına yönelik güçlü bir isteği vardı.

 

Türkiye’yi laikleştiren yasalar

Kurtuluş Savaşı’nın silahlı evresinin bitmesinden hemen sonra, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilanından 4 ay sonra, 3 Mart 1924’te, 3 Devrim Yasası kabul edildi.

Hilafet kaldırıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Erkân-ı Harbiye Vekâleti kaldırıldı. Yerine Genelkurmay Başkanlığı kuruldu.

3 Mart 1924 tarihli 3 Devrim Yasası’yla Türkiye laikleşme, aydınlanma, çağdaşlaşma, uluslaşma yolunda büyük bir atılım yaptı. 1926 tarihli Medeni Kanun, bu yöndeki adımları daha da pekiştirdi. Türk Devrimi’nin en seçkin ve yiğit öncülerinden olan Mahmut Esat Bozkurt’un yazdığı ve adeta bir inkılap beyannamesi niteliğinde olan dibacesi, Medeni Kanun’unun ruhunu ve hedefini ortaya koyuyordu.

Birkaç yıl sonra, 1928’de yapılan anayasa değişikliğiyle anayasadan “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslam’dır” ibaresi çıkarıldı. Değişiklik önerisini, İsmet İnönü ve 120 arkadaşı verdi.

1937’de, laiklik ilkesi anayasaya girdi.

 

Laiklik ve antiemperyalizm

Hem dünya tarihi hem de yaşadığımız yüzyıl, feodalizm artığı kimlikler, ortaçağ kalıntısı aidiyetler, etnik ve mezhepsel mensubiyetler üzerinden parçalanan devletlerin dramını bizlere defalarca gösterdi. Alt kimlikler üzerinden birbiriyle boğuşan, ABD ve Avrupa emperyalizminin av sahası, açık pazarı olan İslam ülkelerinin durumu ortada. Emperyalizmin; çökertmeyi, işgal etmeyi, yağmalamayı, sömürmeyi hedeflediği ülkelerde, etnik, dinsel, mezhepsel kimlikleri nasıl kullandığını, kaşıdığını, kışkırttığını görüyoruz. Bu nedenle laiklik; sadece iç barışın, toplumsal huzurun, ulusal bütünlüğün güvencesi olarak değil, aynı zamanda sağlıklı bir dış politikanın, başka ülkelerle iyi geçinmenin temel unsurlarından biri olarak da önemli.

Laikliğin, milliyetçilik için, ulus devlet için, ulusal bilinç ve birlik için, hukuk devleti için, kadın – erkek eşitliği için, çağdaş bir eğitim için, özgür bilim için, düşünce ve ifade hürriyeti için, toplumsal barış için, insan hakları için yaşamsal olduğunu, sadece kitaplar değil, yaşadıklarımız da öğretti bize. Aydınlanmanın, Fransız Devrimi’nin kazanımlarına sırt çevirmenin, bunları yok saymanın, hiçbir toplumu, hiçbir devleti daha zengin, daha güçlü, daha huzurlu, daha müreffeh, daha kalkınmış yapmadığı görüldü. Hem de İslam ülkelerinde çok acı deneylerle, iç savaşlarla, İslam devletleri arasındaki çatışmalarla,  harplerle görüldü bu durum.

Bu bağlamda laiklik; emperyalizme karşı mücadelenin temel şartı, emperyalizmin tuzaklarına düşmemenin güvencesi. Yurttaş bilincinin, ulus bilincinin, sınıf bilincinin zemini. Uygar bir yaşam, güçlü bir ulus, huzurlu bir toplum için olduğu kadar, tam bağımsızlık ve sınıf mücadelesi için de yaşamsal.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir