FEMİNİZM VE TÜRKİYE’YE YANSIMASI
TÜM YAZILARGÜNDEM
Selvet Ergün
5/11/20209 min read
Feminizmin dünyada ilk izleri 18.yy’da kamusal alanın genişlediği ve kadınların bu alanın dışında bırakıldığı bir döneme rastlar. Modern anlamda ise Lady Mary Wortley Montagu ve Marquis de Condorcet gibi kadının eğitim hakkını savunan düşünürlerle şekillenmiştir diyebiliriz.(1)
Feminizm 1792 yılından başlayarak üç dalga olarak adlandırılan dönemlerden geçmiştir. İlk dalga kadınların oy hakkı ve mülkiyet hakkı kazanma ve nihayetinde eğitim hakkı kazanma şeklinde ifade edilebilecek siyasal alanda bir mücadeleyi içerir. İkinci dalga feminizm 1960’larla başlayan daha çok toplumsal cinsiyet rollerinin yıkılması, kadının cinselliği ve cinsel özgürlük mücadelesini kapsayan Simone de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünün sloganlaştığı bir dönemdir.1990’larla birlikte üçüncü ve son dalgada ise (günümüzde dördüncü dalga feminizm tartışmaları vardır(2)) ikinci dalgadaki mutlak eşitlik isteminin yerini farklılıkların konuşulduğu, kimliğe önem veren, ırk ve cinsel yönelim nedeniyle toplumdan dışlanan kadınları düşünce kapsamına alarak farklılıkların ön plana çıkarıldığı bir hal almıştır. Bu bağlamda LGBT ‘yi de kapsayan bir genişliğe ulaşmış sivil ve politik bir mücadeledir. Peki bu akımın Türkiye’ye yansıması nasıl olmuştur?
Türkiye’de Feminizm
Feminizmi çok kısa özetledikten sonra Türkiye’de feminizmin gelişimini ele alalım;
Birinci Dalga
Türkiye’de feminizmden bahsetmek Batı’dan farklı olarak Türk kadınının İslamiyet’le birlikte kaybettiği değerini yeniden kazanması anlamına da gelir bir bakıma. Ancak Osmanlı Devleti’nde kadının toplumsal, sosyal, ekonomik ve hukuksal alan gibi bir çok alanda ikinci cins olarak kabul edildiği ev içine hapsedildiği yüzyıllarda Batı’da 18. yy’da başlayan ilk dalga feminizminden bahsetmek dahi mümkün değildi. Uzun yıllar devam eden bu durum ikinci Meşrutiyet ile birlikte kadın derneklerinin kurulmaya başlanması ve kadının yavaş yavaş kamusal alana katılmasıyla farklı bir boyut kazanmıştır. Eğitim alanındaki reformlarla birlikte kadınların muallim ve hemşirelik gibi meslekler edinerek kamusal alanın bir parçası haline gelse de bu çok düşük oranlarda kalmıştır. (3) Türkiye’deki birinci dalga feminizm diyebileceğimiz bu dönemin kadın örgütlenmesi daha çok derneklerde, gazete ve dergilerle yapılan yayınlarla bir mücadeleden söz edilebilir. Böylelikle Türk kadını Batı’dan neredeyse iki yüz yıl sonra “kadınlık mefkûresi” (4) ile tanışmıştır.
Kadınların örgütlenmesi Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile de devam etmiş, savaş koşullarında kadınların kamusal alana dahil olmaları kolaylaşmıştır. Mücadeleleri Kurtuluş Savaşı’ndaki faaliyetleriyle daha da önem kazanmıştır. Böylece Osmanlı kadın hareketi Kurtuluş savaşı ve sonrasında Cumhuriyet ile birlikte yeni bir kimliğe bürünmüştür. Vatanın kurtulmasının söz konusu olduğu o günlerde kadının erkekle birlikte savaşması bile gündeme gelmiş, kadınlar askeri alanda kendisini ortaya koymaktan çekinmemiştir.(5)
Ancak Tanzimat’tan bu yana esen Batılılaşma rüzgarları Türk kadınının kimliğini ve statüsünü kökten değiştirmeye yetmemiş bir reform ve başlangıç niteliğinde kalmıştır. Cumhuriyet ile birlikte kadının sosyal statüsünde de bir devrim olmuş, Medeni kanunla birlikte kadınlar hukuksal haklarını elde etmiş, Tevhit-i Tedrisat kanunuyla eğitimden eşit bir şekilde yararlanmaya başlamıştır ve nihayetinde 1933 yılında seçme ve devamında seçilme hakkını elde etmişlerdir. Türk kadını ikinci statü bir insan olarak başladığı yüzyıla; birinci dalga feminist taleplerin tamamını (eğitim, hukuk,mülkiyet, ve siyasal haklar) Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet’le kazanıp kendi devrimlerini gerçekleştirerek devam etmiştir.
Medeni Kanun’un kabulü, oy hakkı eşitliğinin sağlanması, seçme ve seçilme hakkının tanındığı o yıllardaki feminist hareketin “Kemalist Feminizm” ya da “devlet feminizmi” olarak adlandırıldığı olmuştur.(6) Cumhuriyet döneminin politikalarının kadınlara dişiliğini unutturduğu “iyi eş, iyi anne, iyi yurttaş” olarak yetiştirilmesine yönelik olduğu eleştirileri yöneltilmiştir. İmparatorluktan devralınan bir topluma ulus bilincinin yerleştirilmeye çalışıldığı yıllarda feminizmin uluslaşma çerçevesinde kabul görmüş olması amacının saptırıldığı anlamına gelmediği gibi devlet tekelinde olduğunu da kanıtlamaya yetmez. Hatta Batı’daki mücadele ile birebir olmamakla birlikte, Türkiye’yi o yıllara ve sosyolojik koşullara göre değerlendirdiğimizde birinci dalga feminizmin Türkiye’deki yansıması devrimsel nitelikte ve bir çok alanda hakların kazanılması şeklinde gerçekleşmiştir diyebiliriz.
Kadın sorununun uluslararası alanda tartışılmaya başlandığı 1970’lerin sonunda CEDAW (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) BM Genel Kurulu tarafından kabul edildi ve Türkiye de 1985’te imzacı oldu. Bu sözleşmeye göre kadının insan haklarını geliştirmeye yönelik devlet uygulamalarını dört yılda bir resmi rapor sunulması kararı alındı. Türkiye’de de CEDAW Komitesi “Gölge Raporları”nı hazırlayıp idareye sunmuştur. (7)
İkinci Dalga
1980’lerde yeniden hız kazanan feminist hareketin niteliği de ikinci dalganın etkisiyle değişmiş, toplumsal cinsiyet tartışmalarını başlatmıştır. Ataerkil değerlere karşı bir mücadele başlamış, alternatif kadın kimlikleri kadınlar tarafından benimsenmiş ve kamuoyunun gündemine sunulmuştur. İkinci dalga feminizm özellikle üniversiteli kadınların arasında hızla yayılmış, kadın konusu kitaplara, araştırmalara, filmlere konu olmuştur. 1980 sonrası Türkiye’deki feminist hareketin sembolü haline gelen Duygu Asena “Kadının Adı Yok”(8) diyerek ikinci dalganın da öncü isimlerinden biri olmuştur. Hatta Batı için Simone de Beaivoir ne ise Türkiye için de Duygu Asena odur diyebiliriz.
Bu yıllarda kadınların düzenlediği konferanslar, sempozyumlar ve kampanyalar hızla artmıştır. Bilinç yükseltme toplantılarında özellikle eğitim düzeyi nispeten daha düşük olan kadınlara bazı haklarının farkına varmaları hedeflenmiştir. Kamusal alan-kişisel alan tartışmalarının başladığı ikinci dalgayla birlikte “Özel alan politiktir” sloganıyla ev içi emeğin ücretlendirilmesi sesleri yükselmeye başlamıştı. Yayınlanan dergilerde kadınların yaşadığı kişisel deneyimler anlatılarak bu özel alanı kamusal alan haline getirme amacını hayata geçirmiştir. Ancak bu dönemde feminist mücadelenin ses getirmesinin en önemli nedeni kuşkusuz düzenlenen kampanyalardır. Şiddete karşı düzenlenen ilk kampanya çok ses getirmiş ve devamında Mor Çatı Derneği kurulmuştur. Şiddetin aile içinde görülmesi yani özel alanda kalması söz konusuyken kampanya ile birlikte kamusal alana taşınmış ve özel alan-kamusal alan tartışmalarını alevlendirmiştir. Cinsel tacizi protesto kampanyasında yakalarında mor iğne ile yürüyen kadınlarla birlikte mor iğne sembol haline gelmiş ve aslında, iğne kadınların meşru müdafaada bulunabileceklerini çağrıştırmıştı. Ancak daha sonra kahvehane baskını gibi bazı eylemler mücadelelerinin radikalleştiğini gösterir. Son ses getiren kampanya olan boşanma hakkı için düzenlenmiş kampanya ile birlikte 1990’ların ortasında feministler sokaklardan çekilmiştir. Böylelikle ikinci dalgayla birlikte feminist tartışma özel alana, kadınların toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle maruz kaldıkları eşitsizliklere, cinsel özgürlüğe vb alanlara taşınmış oldu.
Üçüncü Dalga
Batı’dan on yıl kadar sonra tartışılmaya başlanan bu kavramlar 1990’larla birlikte ikinci dalganın başarısız olduğu alanlara yönelerek farklı bir zemine taşınmıştır ve üçüncü dalga feminizm gündeme getirmiştir. Batı’dakine benzer olarak farklılıkların konuşulduğu ve daha kapsayıcı bir biçimde karşımıza çıkan feminizm üçüncü dalga ile farklı dinsel, ulusal veya etnik kökenlere sahip kadınların eşitliğine vurgu yaparak aynı zeminde buluşturmaya çalışmıştır. İkinci dalgadan farklı olarak; muhalif politikadan da etkilenerek farklı kimliklerden söz edilmeye başlanmış bu da “kimlikçi bir feminizm”i doğurmuştur denebilir. Öncesinde yok sayılan ırk, cinsel yönelim, ekonomik sınıf gibi etkenler yeni feminizmde özellikle ön plana çıkarılmak istenmiştir. Farklılıkları haykırarak varolma zemini üstünde yükselmiştir. Bu yeni feminist anlayış toplumsal cinsiyet rollerini yıkma konusunda da ikinci dalga ile çelişmiş, aksine feminen söylemleri olabildiğince abartmış bir feminizm görüyoruz. Bunu bugün özellikle 8 Mart eylemlerindeki pankartlar ve sloganlara bakarak örneklendirebiliriz. Bu radikal ve toplumda karşılığı olmayan söylemler her ne kadar sokaklarda güçlü bir eylemsellik gösteriyor algısı yaratsa da toplumun feminizme olumsuz bakmasına neden olmaktadır.
Farklılıkların ön plana çıkarılmasının yansıması ise Türkiye’de daha çok etnik farklılıkların vurgulanması şeklinde olmuştur. Ezilmişlik söylemiyle çıkış noktası olarak özellikle Kürt kökenli kadın yurttaşların ezilmişliği üzerinden propaganda yapılmıştır. Hatta öyle ki bazı kadınların kendilerini “gerilla” olarak ifade edip terörü desteklediklerini biliyoruz(9). Hiçbir hak şiddete başvurarak, terörü destekleyerek aranamaz. Kadın haklarının nerede aranacağını bizlere yıllar önce Cumhuriyet devrimlerinin kazanımıyla Türk Kadınlar Birliği’ni kuran Nezihe Muhiddin ve arkadaşları göstermiştir. Yalnızca etniksel açıdan farklılıkları gözeterek bir ezilmişlik söylemi vardır, ancak Türkiye’de dezavantajlı olan sadece Kürt kökenli kadın yurttaşlar değil tüm kadınlardır. Etniksel ayrışma“farlılıkları ön plana çıkararak aynı zeminde buluşturma” amacının aksini hayata geçirir ve kadınlar arasında bir ayrışma meydana getirir. Her şeyden öte terörle doğrudan veya siyasi ayağı şeklinde dolaylı bağı olan yapı ve oluşumlar bilinçli olarak ulus devlete zarar vermeye neden olmakta ve bunu yaparken de ‘ezilmişlik’ siyasetini paravan olarak kullanmaktadırlar. Bu malum hareketi; sol , etnisizm ve feminizm olmak üzere üç politik arka plandan beslenmektedir. Ancak kendilerini ortaya koyuş biçimlerinde etnik ve feminist kimlik daha baskındır. Muhafazakar ya da dini bir bağı yoktur, fakat zaman zaman dini konuları da kullanmışlardır. Önceleri yalnızca mazlum halk söylemi üzerinden sol ve emekçi sınıf hedef alınırken sonra doğrudan etnisite üzerinden gelişen bir söylem söz konusudur. Yani kadınlara feminizmin savunduğu kadın kimliği üzerinden değil etnik kimlik üzerinden bir misyon yüklemekte. Bu hareket feminist akım içinde yer almaya başladığında da o kadın kimliği halen geri planda kalarak etnik kimlik vurgulanılmaya devam etmiştir. Öyle ki açık açık Sakine Cansız anması bile yapmaktan (10), terörü desteklemekten de çekinmemişlerdir. Günümüzde bu kadar radikal olmasa da bu durum birçok feminist oluşum için halen geçerlidir. Yalnızca kadınların sorunları üzerinden politika yapıyor gibi görünüp arka planda dış destekli emperyalizmin uşağı olup, bölücü yapılarla işbirliği yapmakta olan feminist yapılar mevcuttur.
Feminizmin belki feminizm adıyla değilse bile kadın hakları mücadelesinin ülkemizde gündeme geldiği günden bu yana özellikle Medeni Kanun ve seçme ve seçilme haklarının kazanılmasıyla daha o yıllardan çok yol kat edilmişti. Bazılarının savunduğunun aksine altın tepside sunulmayıp mücadeleyle kazanılan bu hakların zaman zaman bugün bile halen uygulanmadığı durumlar söz konusu oluyor. Kadın hakları konusunda konjonktüre göre çok ileri sayılabilecek kazanımları yıllar öncesinden elde etmişken bizler bugün halen kadına yönelik şiddeti görüyor ve tartışıyoruz. Bu konuda 2014 yılında kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan İstanbul Sözleşmesi imzalanmış, 6284 sayılı yasa ile de iç hukukta şiddetin önlenmesi ve koruma tedbirlerinin uygulanması desteklenmiştir. Ancak hukuksal olarak her ne kadar bir boşluk bırakılmadıysa da günümüz Türkiye’sinde kadına yönelik şiddet çok önemli bir sorun olmaktan çıkamamıştır.
Üçüncü dalga feminizm ülkemizde bu şekilde gelişmiştir ancak hala içinde olduğumuz dönemi de kapsar. Feminizmin ilk filizlendiği dönemlerden bu yana amacından çok sapmalar olmuş, mücadele zaman zaman uç noktalara taşınıp radikalleşmiş, özünden kopmuştur. Bizler bugün kurucu değerlerimizden sapmamalıyız ve mücadelemizi doğru zeminde, doğru yöntemle vermeliyiz. Ancak o zaman hem toplumda karşılık bulabilir hem de başarıya ulaşabiliriz.
DİPNOT
Su AYDOĞDU, “Feminizm Nedir ve Nasıl Doğmuştur?”, 20.07.2018,https://www.glokalweb.com/yazi-feminizm-nedir-ve-nasil-dogmustur (Erişim tarihi 10.05.2020)
Hacı ÖZDEMİR ve Duygu AYDEMİR, “About the Fourth Wawe Feminism”, International Refereed & Index, sayı: 32, 2019, ss. 1706-1711
Refika Kurnaz, II. Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını, MEB. Yay. İst. 1996, s. 34-41
O dönemde feminizm yerine kullanılan isim
Ferhat UYANIKER, Milli Mücadelede Türk Kadını-,Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, 2009-Ankara
Uğur ORAL, “Türkiye’de Feminizm Tarihi”,25.02.2017, http://www.uguroral.com.tr/arastirma/turkiye-de-feminizmin-tarihi(Erişim tarihi 09.05.2020)
CEDAW Gölge Raporları; https://www.kadinininsanhaklari.org/savunuculuk/uluslararasi-sozlesmeler-ve-mekanizmalar/cedaw/ (Erişim tarihi 09.05.2020)
Duygu ASENA, Kadının Adı Yok, İstanbul, Doğan Kitap (Erişim tarihi 08.05.2020)
Bianet, 02.02.2015, http://bianet.org/bianet/kadin/161974-kadinlar-kongra-jinen-azad-i-kurdu(Erişim tarihi 08.05.2020) Bianet,08.07.2014,http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/157047-leyla-agiri-kadin-kck-sini-anlatti(Erişim tarihi 08.05.2020)
Bianet,08.03.2014,http://bianet.org/biamag/kadin/153994-dun-rosa-bugun-sakine(Erişim tarihi 08.05.2020)