Genel

EMPERYALİZM

Türk düşünce hayatında yaklaşık olarak 20. yüzyılın başlarından itibaren 30 yıllık süreçlerde Emperyalizm tahlili yapıldığı dikkate değer bir husustur. 1900’lerin başlarında Türk Yurdu Dergisi’nde Yusuf Akçura ve Parvus Efendi (Alexander Helpland) tarafından yapılan bu analiz Osmanlı topraklarında Batılı Kapitalist ülkelerce oluşturulmaya çalışılan sömürge yapısını ifşa etmiş ve bu hususa karşı yapılması gereken çözüm önerileri Dergi’nin sayfalarında tartışmaya açılmıştır. Bu değerlendirmelerden yaklaşık 30 yıl sonra bu kez Kadro Dergisi önderliğinde bir Emperyalizm tartışması daha gündeme gelmiştir. Kadro Dergisi’nin en önemli ismi olarak görülen Şevket Süreyya Aydemir’in Kadro Dergisi’nin çıkarıldığı tarihlerde Yusuf Akçura ile Ankara’da temas içinde olduğu bilinen bir gerçektir. Kadro Dergisi etrafında gerçekleştirilen emperyalizm tartışmasından yine 30 yıl sonra bu kez Yön Dergisi içerisinde bir emperyalizm tartışması başlamış ve ciddi bir içeriğe sahip emperyalizm tahliline girişilmiştir. Kadro’nun önde gelen ismi Şevket Süreyya Aydemir’in de Yön Dergisi ve Doğan Avcıoğlu üzerindeki tesiri bilinen bir gerçek olmakla birlikte, Aydemir bizzat Yön Dergisi’nde yazılar da kaleme almıştır. Bu tartışmalardan yaklaşık yine 30 yıl sonra Kemalist Aydınlar tarafından 90’lı yıllarda bir emperyalizm tahlili daha yapılmıştır. Bu aydın kitlesinin önde gelen isimleri Muhammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi her biri suikast sonucu öldürülen isimler oluşturmaktadır. İsmi geçen aydınlar ile Yön Hareketi’nin tarihsel bağları da açıkça bilinmektedir. Bahsi geçen aydınlarımızın katledilmesi ile birlikte zincir kırılmıştır.

80 darbesi akabinde kitlelere uygulanan de-potilizasyon çabaları, küreselleşme ile paralel olarak gelişen ‘’Sol’’ siyasetin içinin boşaltılması, bunlara ek olarak kimlik siyasetinin ön plana çıkartılarak sınıfsal analizin rafa kaldırılması, Ulus-devlete açılan savaş, gerek Türkiye özelinde gerekse benzer vakıalar marifetiyle dünyada, sol siyasetin eksen kayması yaşamasını ve tarihsel arka planından tamamen saptırılmasını beraberinde getirmiştir. Tüm bu süreçlere bahsettiğimiz aydın kıyımı da eklenince uzun süredir içine düştüğümüz ve bir türlü çıkmayı başarmadığımız teorik üretim eksikliği ve buna bağlı gündelik siyaset içinde savrulmalar gerçekleşmiştir. Geldiğimiz noktada 30 yıllık süreç dolmuş ve yeniden bir emperyalizm tahlili yapmak ve uzun süredir gerçekleştirilmeyen teorik üretim ve buna dayalı politika üretim anlayışını yeniden canlandırmak gerekmektedir. Söz konusu 30 yıllık süreçler kapitalizmin içsel çelişkilerinin krizler yarattığı dönemlere denk gelmektedir. Adını zikrettiğimiz aydınlar ve dergiler tarihi süreçte tam da kapitalizmin küresel kriz zamanlarında tahlillerini ortaya koymuş ve bu analizler ile pratik içerisinde politika üretimini etkilemeye gayret sarf etmişlerdir.

Emperyalizm’den bahis açıp Lenin’den bahsetmemek neredeyse imkânsızdır. Gerek akademik niteliğe sahip çalışmalarda gerekse dergi ve gazetelerde emperyalizme yönelik yapılan analizlerde Lenin’in emperyalizme dair kapitalizmin en yüksek aşaması analizi her daim başköşeyi almaktadır. Fakat bugün Lenin’in emperyalizm değerlendirmesinin çok fazla irdelenmemiş olan farklı bir veçhesinin gündeme taşınması gerekmektedir. Lenin’in Emperyalist Ekonomizm kitapçığında tartıştığı Ulusal Sorun’la da ilişkili olan felsefi değerlendirmesi Azgelişmiş ülkelerde emperyalizme karşı verilen mücadelenin sol siyaset içinde oturması gereken yeri kavrayabilmek açısından büyük önem arz etmektedir. Lenin emperyalizme karşı gerçekleştirilen azgelişmiş ülkelerin ulusal mücadeleleri ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ulusal politika anlayışlarının birbirlerine karıştırılmamaları gerektiğinin özenle altını çizmiştir. Eğer bunun aksi gerçekleştirilir ve azgelişmiş ülke ulusal mücadelesi gelişmiş kapitalist ülke ulusalcılığı ile eş tutularak bir değerlendirme yapılırsa bu durumda felsefi olarak monizm hatasına düşüleceğini dolayısıyla bir çözümleme hatası yapılarak yanlış bir mücadele çizgisinin takip edileceğini ifade etmiştir. Lenin bu noktada tarihsel ve mekânsal olarak milliyetçiliğin doğru bir tahlile son derece ihtiyaç duyduğunu ortaya koymakla birlikte aynı zamanda teori ile pratik arasındaki diyalektik, ayrışmaz ilişkiyi de başarılı bir biçimde ortaya koymuştur. Lenin’in ifadelerinden de yola çıkarak emperyalist sisteme bağımlı kılınmış, azgelişmiş bir ülkede, emperyalizm karşıtı ulusal bir politika anlayışı sol siyasetin konumlanması gereken yeri açığa vurmaktadır. Belki de bu sebeple Yön Dergisi kapağına ‘’Sosyalizm bayrağını milliyetçiler taşır’’ yazılmıştır. Belki de bu sebeple Lenin Batı’nın emperyalist tahakkümüne ideolojik temel teşkil eden şovenist ırkçı anlayışıyla azgelişmiş ülke milliyetçiliklerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurgulamıştır.

 Bu bağlamdan hareketle Türkiye’de Kemalizm’in Cumhuriyetin kuruluş sürecinde üstlenmeye çalıştığı misyon siyasi olarak sağlanmaya çalışılan bağımsızlığın ekonomik olarak da gerçekleşmesini sağlamaktı. Emperyalizme karşı verilen bu çok katmanlı ve kapsamlı mücadele hem uluslararası mevcut konjonktür hem de ulusal vaziyet göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu süreçte gereklilikler göz önünde bulundurularak birtakım politika tercihlerine gidilmiştir. Bunları doğruluğu veya yanlışlığı üzerine çok uzun yıllardır sayısız tartışma yapılmıştır. Ancak bunların doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmaktan ziyade amacın ön plana çıkarılması ve bu amaçların tarihsel süreçte neden gerçekleşemediği ve halen günümüzde dahi aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen amaçlardan neden bu kadar uzak olunduğu asıl tartışılması gereken husustur. Kemalizm tarihi süreçte hem iç hem de dış durumun dayatmaları ile akamete uğratılmıştır. Türkiye tarihinde Kemalizm adına yapılan birçok uygulamanın Kemalizm’in amaçları ile alakası bulunmamaktadır. Kemalizm kuruluş aşamasında Türkiye’de bulunan sınıfsal kompozisyondan dolayı önceliğini gerçekliğinin farkında olan bireylerin var edilmesine vermiştir. Söz konusu bireyin varoluşu sağlanmadan herhangi bir ilerici mücadelenin verilmesinin mümkün olmadığının bilinci bunun oluşturulmasına dönük olarak politika üretimini beraberinde getirmiştir. Ancak bu süreç henüz tamamlanamadan bu yönde atılan adımların birçoğundan çok erken bir tarihte vazgeçilmek mecburiyetinde kalınmıştır. Yüz yıllık cumhuriyet tarihi bu vazgeçişlerin yarattığı buhranların tarihidir.

Bu süreçte elde edilmeye çalışılan ekonomik bağımsızlık komprador hale gelen sermaye sınıfının çıkarlarına kurban edilmiş ve 80 darbesi ile birlikte tamamen serbest piyasaya ve küresel sermayeye açılan Türkiye, yeniden uydu ekonomi haline getirilmiştir. Ulusal çıkarlardan ziyade kendi sınıfsal çıkarlarını ve uluslararası paydaşlarının çıkarlarını ön plana çıkaran sermaye sınıfı, Kemalizm’i çağdışı bir ideoloji olarak kodlamış dolayısıyla ülkedeki anti-emperyalist duruşu da yok etme noktasına getirmiştir. Ne yazık ki bu süreçte küresel arenada yaşanan olayların da etkisiyle sol siyaset eksen kayması yaşamış ve anti-emperyalist niteliğini kaybetmiştir. Anglo-Sakson akademileri patentli, amacı sınıf siyasetini bitirmek ve kapitalizm karşısındaki en büyük tehditlerden birisini eliminize etmek olan kimlik siyasetine hiç düşünmeden sarılmışlardır. Küresel kapitalizmin dünya genelinde ilerici hiçbir politikaya taraf olmadığı halde kimlik siyasetini el üstünde tutmasını hiç sorgulamadan ‘’modası geçmiş’’ olarak nitelendirilen sınıfsal analizini terk etmişlerdir. Dünyada yaşanan bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de benzer süreçler yaşanmış ve emperyalizmle hiçbir problemi olmayan hatta ondan fonlanmakta hiçbir beis görmeyen çok-kültürcülük fedaisi Kemalizm düşmanı sözde sol ve sağdan birleşik bir güruh ortaya çıkmıştır. Bu emperyalizm fonlaması güruh içerisinde siyaset bilimci, ekonomist, hukukçu, tarihçi gibi akademik kimliğe sahip kişilere ek olarak çeşitli meslek gruplarından uzmanlar, parlamenterler ve gazeteciler de bulunmaktadır. Oluşturulan kapitalist Hegemonya’nın ideolojik-kültürel veçhesinin alanı olarak sivil toplumda ciddi bir yapılanma içine giren bu yapı en fazla NGO (Non-Governmental Organization) olarak kısaltılan hükümet-dışı örgütlerde yapılanmaktadırlar.

 Sovyetlerin dağılması sonrasında uluslararası arenada birçok devlet ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler genelde ‘’demokrasi’’ ile bütünleşme söylemi ile sivil toplumu geliştirmek üzere politikalar geliştirmiştir. Ancak aradan geçen yıllar sonucunda söz konusu ülkelerde ve otoriter rejimler inşa eden diğer ülkelerde de sivil toplum alanı geliştiği halde demokrasi gelişmediği gözlemlenmiştir. Sivil toplumu demokrasi ile özdeş kabul eden anlayış için bu tam bir yıkıma sebebiyet vermiş ve bu durumu başta anlamlandırmakta güçlükler yaşanmıştır. Daha sonrasında bu sivil toplum yapılanmaları dikkatle incelendiğinde bunların GONGO olduğu sonucuna varılmıştır. Diğer bir ifade ile bunlar NGO yani hükümet-dışı örgütler değil hükümet tarafından organize edilmiş hükümet-dışı örgütlenmeler (GONGO) olduğu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu yapılanmaların varlığı söz konusu ülkelerde kapitalist anlamda sivil toplumun oluşmasını sağlamamakta hatta tam tersi bir misyon üstlenmektedir. Bu tarz yapılara verilen en güçlü örneklerden bazıları Rusya’daki Russkiy Mir ya da Çin’deki BEcon, Hand-in-Hand gibi yapılardır. Bu örgütlenmelerin bir sivil toplum kuruluşu olarak kabul edilmemesi hükümet tarafından bizzat organize edilmeleridir. Ancak bu husus daha farklı bir sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Azgelişmiş ülkelerde bulunan ve küresel kapitalist sermaye tarafından organize edilmiş yapılar gerçek anlamda bir sivil toplum kuruluşu olarak kabul edilebilir mi? Eğer hükümet tarafından organize edilen güdümlü yapılar gerçek bir STK kabul edilemiyor ise küresel sermaye tarafından organize edilen STK’lar da aynı şekilde kabul edilemez bir noktada durmaktadır. Türkiye’de mevcut durumda sivil toplum olarak zikredilen alanın hali de ne yazık ki bu iki tip yapılanmadan müteşekkildir. Kemalizm’in var etmeye çalıştığı her tür yapı hedefinden saptırılmış, dejenere edilmiş kısaca bozulmuştur. Ekonomi alanında var edilmeye çalışılan ulusal çıkarlarla çıkar ortaklığı oluşturmuş bir sermaye sınıfı var olmadığı gibi küresel sermaye sınıfı ile çok erken tarihlerde eklemlenmiş bir sermaye sınıfı söz konusudur. Buna ilaveten benzer karaktere sahip bir sözde aydın sınıfı oluşmuş ve sivil toplum bu iki yapı tarafından işgal altına alınmıştır. Siyasi alan da ise küreselci ekonomi anlayışını koşulsuz kabul eden, kimlik üzerinden, çok-kültürcülük üzerinden siyaset yapan partilerden başka bir iki küçük istisna dışında siyasi parti kalmamıştır. Mevcutta toplumsal anlamda karşılık bulabilen partilerin tamamı söz konusu kapitalist hegemonyaya alenen teslim olmuş durumdadır.

Günümüzde emperyalizme karşı verilecek mücadele bir alternatif hegemonya mücadelesidir. Türkiye özelinde çaresiz kalan kitleler bugün toplumcu ve anti-emperyalist değerlerden tamamen uzaklaştırılmış, kimlik siyasetine mahkûm edilmiş bir ‘’sol-liberal’’ sözde özgürlükçülük ile gericilikle açık işbirliğine girmiş kendisini emperyalizm karşıtı gibi gösteren sözde milliyetçilik arasına sıkışıp kalmıştır. İki anlayışın temelini de Türkiye’de mevcut olan sermaye sınıfı kompozisyonu oluşturmaktadır. Bir taraf küresel Batı sermayesinin Türkiye ayağını oluştururken bir diğer cenah bu yapıya karşı Arap ve Asya sermayesi ile giderek bütünleşen bir hüviyete bürünmektedir.

21. yüzyıl Türkiye’sinde Kemalizm’in akamete uğramış projelerini gerçekleştirmek ve alternatif hegemonya inşasını başarabilmek için gerekli olan stratejiler çok katmanlı ve uzun erimli olarak planlanma gerekliliğine sahiptir. Sosyalist bir devrim isteğinin ya da kurulacak sosyalist bir yapının küresel ölçekli kapitalist sistem içinde yaşama imkânı bulunmamaktadır. Tarih, bu acı gerçeğin nüshaları ile doludur. Ancak gerçek anlamda özgür ve adil bir dünya düzeninin gerekliliği de her geçen gün daha da kendini belli etmektedir. Her alanda kendisini açığa çıkaran bu gerçek, kendisini en çok çevre hususunda belli etmektedir. Küresel kapitalist sistem devam ettiği müddetçe yaşanılabilir bir dünyanın devam etme olasılığı söz konusu değildir. Bu durumda belirlenmesi gereken strateji küresel boyutlu piyasalar üzerindeki mevcut hegemonyanın bitirilmesidir. Bunun en önemli adımlarından birisini ise azgelişmiş ülkelerin ekonomik, kültürel ve siyasi anlamda emperyalist boyunduruktan kurtarılmasından geçmektedir. Bunun yolu da, dünya çapında bu ülkelere destek olabilecek sosyalist bir blok bulunmadığı için ilk adımda azgelişmiş ülkeler özelinde sosyalist bir devrim değildir. Azgelişmiş ülkelerin ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeleri küresel piyasaları akamete uğratmak ve emperyalizmin hareket alanını kısıtlamak için en elzem husustur. Sürekli genişleme eğilimi içinde olan küresel sermayenin daralan piyasalar karşısında gireceği içsel kriz bu düzenin yıkılması için şu an görülen tek çıkar yoldur.

Bu stratejinin Türkiye’deki karşılığı yukarıda zikredilen iktisadi, siyasi ve ideolojik-kültürel hegemonya veçhelerinde eşzamanlı ve çok katmanlı sürdürülecek mücadele ile mümkündür. Mevcut sivil toplum alanında hem devlet tarafından organize edilmiş olan STK’lar ve hem de küresel sermaye tarafından fonlanan STK’lar ile aynı biçimde mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu STK’ların başını çeken aynı zamanda medyada da ağırlıkla bulunan yapılara karşı anti-emperyalist karaktere sahip toplumcu bir milliyetçilik ve özgürlükçülük anlayışı inşa edilmesi gerekmektedir. Bu anlayışın bir izdüşümü olarak da benzer biçimde siyasi arenada bu anlayışa sahip olan bir parti oluşturulmalıdır. Bu partinin oluşturulması kısa vadede pek mümkün olmamakla birlikte benzer düşüncelere sahip partilerle işbirliği içine girmek ve hem siyasal hem de sivil toplum alanında çalışmalar yürütmek alternatif hegemonya inşası bağlamında kitlelere ulaşmak için anahtar vazifesi icra edecektir. Hegemonyanın üçlü sacayağından birisi olan ekonomik alanda ise mesleki örgütler, sendikalar ve bu her iki sermaye sınıfı içinde yer almayan özellikle savuma sanayisinde yer alması sebebiyle küresel sermaye grupları ile çıkar ortaklığına girişmeyen sermaye kesimi ile de ilişkiler geliştirilmelidir. Bu noktada komprador özelliği sergilemeyen sermaye sınıfı ile olan ilişkiler alternatif hegemonya inşa sürecinde, siyasal alanda varlığı elzem olan siyasi partinin kurulması ve sivil toplum alanında oluşturulacak anti-emperyalist, toplumcu ve özgürlükçü söylemin oluşturulması kadar büyük öneme sahiptir. Alternatif hegemonya inşası ne tek katmanlı olacak kadar basit ne de klasik ezberleri tekrar edecek kadar dogmatiktir. Çok katmanlı gerçekleştirilmesi zarureti mevcut hegemonyanın çok katmanlı yapısından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir ayakta yaşanan sorun sistemin tamamen işlemez hale gelmesini beraberinde getirecektir. Klasik ezberleri tekrar etmemesi gerekmektedir. Çünkü emekçi sınıf üzerine inşa edilecek bir sosyalist ekonominin küresel boyutta rekabetin esas olduğu kapitalist ekonomik sistem içinde yaşama şansı bulunmamaktadır. Sovyetler önderliğinde gerçekleştirilen dünya sosyalist deneyiminin başarısızlığının temel sebebi de hiç şüphesiz bu noktada yatmaktadır. Tek ülkede sosyalizm politikası ile Lenin’in stratejisinin terk edilmesi ile o tren kaçmıştır. 21. yüzyılda öne alınması gereken strateji temelleri yerelde atılan ancak küresel ölçekte planlanan bir alternatif hegemonya mücadelesi olmak mecburiyetindedir. Dünya siyasal konjonktürü de buna müsaittir.

Bu analiz sadece teorik bir altyapı oluşturmanın ötesinde aynı zamanda bir çağrıdır! Post-modern teorinin orta koyduğu siyaset anlayışının çözüm getirmediği her geçen gün anlaşıldıkça yetersizliği daha da açığa çıkmaktadır. Anglo-sakson akademilerden, sınıfsal analizini rafa kaldırmak için servis edilen post-modern kimlik analizi başarısızlığa mahkûmdur. Çağın gerekliliklerini anlayan ama modernitenin kazanımlarını da yanlışlarından dolayı yok sayma gafletine düşmeyen bir anlayışın şafağındayız… Çağrımız bu gerçekliği fark edenleredir!

Dünya post-küresel bir paylaşım mücadelesinin içerisine girmiştir. Bu süreçte emperyalizme karşı çağın gerekliliklerine uygun bir anti-emperyalist mücadele zorunluluktur. Bu mücadele Türkiye özelinde Kemalizm’in temellerini attığı anlayış ile mümkün kılınacaktır. Ancak şartların olgunlaşması tek başına yeterli değildir. Devrimsel süreçler için şartların olgunlaşması ne kadar elzemse gösterilecek devrimci idarede de o kadar önemlidir.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir