E. Amiral Cem GÜRDENİZ – RÖPORTAJ

GÜNDEM3. SAYITÜM YAZILAR

Editör

12/20/202212 min read

“BİZ, HİÇ KİMSENİN UCUZ KANI DEĞİLİZ!”

Son zamanlarda Yunanistan’ın adaları sürekli olarak silahlandırması, karasularını genişletmek istemesi ve Türkiye’nin haklarını gasp etmeye kalkışması Türk yetkililer tarafından tepkiyle karşılandığı gibi halkta da tepki görüyor. Emekli Amiral Cem Gürdeniz, bu konuya dair merak edilenleri “Kemalist Yön” dergisine anlattı.

Zeynep Çakır (Z.Ç.): Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan ve Türkiye arasında bir gerginlik var. Siz, bu gerginliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cem Gürdeniz (C.G.): Bu gerginlik, aslında coğrafyanın dikte ettiği bir gerginlik. Bu gerginlik, esasına bakacak olursanız 1830’lardan itibaren Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra başlamış bir gerginlik. İşin özü şudur: Anglosakson veya Atlantik temelli hegemonya, Türkiye’nin ve Batı Asya Türklerinin denize çıkışını istemez. O nedenle de Türkiye’yi kıtaya geri itmek ister. Bu geri itme işleminde de Yunanistan’ı ve şu an Güney Kıbrıs’ı birinci cephede kullanıyor; geri planda da NATO’yu ve kendi gücünü kullanıyor. Baktığımız zaman Türkiye, “Sevilla haritası” dediğimiz 2000’lerin başından itibaren ortaya çıkarılan haritayla beraber kıtaya doğru itiliyor. Türkiye’nin kıta sahanlığı hakları, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki ve Ege’deki müstakbel yetki alanları Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne bir nevi peşkeş çekiliyor. O nedenle şunu söyleyebiliriz ki; bu mücadele ve gerginlik, 19. yüzyıldan beri devam eden bir gerginlik. Türkiye, tabii ki büyüyen nüfusu, gelişen sanayi ve ekonomisiyle denizlerden kıtaya itilmeyi kabul edecek bir devlet değil; çünkü Türkiye, bunu salt Türkiye Cumhuriyeti adına değil, Türk dünyası adına da Mavi Vatan üzerinden denizlere çıkan bir devlettir. Bu mücadele devam edecek. Bunun sonucu, jeopolitik düzlemde belli olacak. Yani küresel hegemonya dediğimiz Atlantik cephe gerilediği sürece Türkiye üzerindeki baskı da azalacaktır; ama Türkiye hem NATO’da kalıp, Batı dünyasıyla güvenlik ve savunma ilişkileri içerisinde olup, hem de deniz yetki alanlarında Kıbrıs’ta ve güneydoğusunda kendi jeopolitik çıkarlarını elde edemez. Atlantik sistem buna izin vermez, bu mücadele devam edecek. Yani bu büyük jeopolitik mücadelenin Ege ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan buzdağının üstü dediğimiz kısmında Türk – Yunan ve Türk – Güney Kıbrıs Rum çekişmesidir.

Z.Ç: Peki… Şu an Yunanistan adaları silahlandırıyor; ayrıca da, karasularını genişletmek istiyor. Türkiye, Yunanistan ve diğer ülkelere karşı uluslararası alanda nasıl bir diplomatik yol izlemeli?

C.G.: Yunanistan’ın bu iddiaları, III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 1982 yılında imzaya açılması ve 1994’te yürürlüğe girmesinden sonra arttı. Türkiye, başından itibaren karasularının artışını kabul eden bir devlet değil. 3. maddeye sürekli itirazcı konumdadır. O nedenle 3. madde Türkiye’yi bağlamaz. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni arkasına alan Yunanistan da tek taraflı olarak Ege’de statükoyu değiştiremez. Gerçekte Ege’de olması gereken statü, Lozan dengesi de olan 3 mildir. Türkiye, 1964’te bir hata yaparak karasularını 3 milden 6 mile çıkarmıştır. Türkiye, aslında daha güçlü olacağı bir dönemde Yunanistan’a 3 mile geri dönme teklifiyle gidebilir diye düşünenlerdenim. Onun dışında Yunanistan karasularını 12 mile çıkardığı anda ortada Türkiye için paylaşılacak bir kıta sahanlığı kalmayacağını da biliyor. Karasuyu genişletilmesinin Türkiye tarafından tamamıyla reddedileceğinin bilincinde. O yüzden de 9 Haziran 1995’te TBMM’nin bakanlar kuruluna böyle bir oldu bittiyi önlemek için her türlü tedbiri almaya yönelik tam yetki verdiği kararı yorumlayacak konumda bir ülke. Dilerim bu hataya düşmezler; dilerim Girit’in güneyi ve batısı da dahil olmak üzere 12 mil macerasına sürüklenmezler. Bu, sonu gelmeyecek bir savaş olur. Sonu gelmeyecek savaştan kastım da şöyle: Türkiye bu kararı aldığında asla savaş ilan etmez; ama o suları tanımaz ve o sulara girdiği andan itibaren de Yunanistan silahlı mukabelede bulunur. Yunanistan, silahlı mukabelede bulunduğunda Türkiye’nin kendini savunma hakkı doğar. Genellikle söylediğim iki hak vardır: Biri, “Jeopolitik Düzeyde Direnme Hakkı”; çünkü Türkiye’yi kıtaya hapsediyorsunuz. Diğeri de, “Uluslar arası Hukuktan Kaynaklanan Kendini Savunma Hakkı”… Bu iki hakkı da Türkiye kullanır.

Z.Ç.: Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması hep gündemde. Buna ihtimal veriyor musunuz?

C.G.: Bu konjonktürde yani Ukrayna ve Rusya savaşı devam ederken ve G20 zirvesinde ve daha önce Biden – Xi Jinping ikili görüşmesinde dünyanın bir istikrara bir nefes almaya vakit ayırması gerektiği öne çıktı. İki taraf da ılımlı mesajlar verdi; çünkü şu anda dünyanın kaderini belirleyen iki temel güç Çin ve ABD. Tabii ABD’nin gerek ekonomik gerek içerideki bölünmüşlüğü, gerekse gelecekteki 2024 seçimlerinde ülkenin karşılaşacağı zorluklar; hepsini bir arada düşündüğümüzde Yunanistan’ın bu kararı vermesinin zor olacağını düşünüyorum. Günümüzde Çin – ABD gerginliği temel belirleyicidir. Çin’in 20. Ulusal Komünist Parti Kongresi’nden sonra sergilediği durum, Xi Jinping’in 3. dönem seçilmesi ve Çin’in ekonomik olarak yükselişinin devam etmesi, Çin’e eşitler arasında birinci konumu veriyor. Tayvan konusunu gündeme bile getirmeyeceklerini, kendi iç işleri olduğunu ve bu konunun kırmızı çizgisi olduğunu Xi Jinping, Biden’a söyledi. Diğer yandan dünya nüfusunun tam 8 milyar olduğu gün, Polonya topraklarına 2 füze düştüğü açıklandı. Ukrayna Rusya savaşın devamı için açık bir provokasyondu. Biraz siyasî tarih bilenler bunun çok büyük bir kışkırtma olduğunu anlar; çünkü ABD’de Ukrayna’daki savaşın devam etmesini isteyen büyük bir çevre var. Bitmesini isteyen büyük bir çevre de var. Özelikle son aylardaki çekilmelerinden sonra Rusya’nın kendi içinde birtakım sorunlar olduğunu görüyoruz, çekilmeyi ağır eleştirenleri görüyoruz… Dolayısıyla bir barışa ihtiyaç var bölgede. Tam dediğim zirve devam ederken sonuç bildirgesi yayımlanıyor. Biden’la Xi Jinping görüşmesinden bir gün sonra buraya füze düşüyor.

Şuna geleceğim: Böylesine hassas bir konjonktürde bugün NATO Brüksel’de NAC toplantısı yapıyor. Bu toplantıda ittifakın Polonya’ya yapılan bu saldırıyla ilgili ne yapılacağı tartışılacak. O kadar güzel kurgulanmış bir senaryo ki; NATO’ya yine bir hayat öpücüğü veriliyor. Şunu söyleyeyim: Bu konjonktürde Rusya’yla NATO savaşını olası görmüyorum. Biden, dikkat ettiyseniz, hemen bir açıklama yaptı, “Bu füze Rusya’ya ait değildir.” diyerek; ama CIA açıklama yaptı, “Rusya’ya ait.” dedi. Bu neyi gösteriyor? ABD’nin kendi içinde ne kadar bölünmüş olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu konjonktürde Türk – Yunan savaşı olası senaryo değildir; ancak ne zaman olur? Bu savaş hakikaten küresel hegemonlar Türkiye’yle Yunanistan’ın savaşmasına karar verirlerse ve bu konuda Türkiye’yi değil, Yunanistan’ı ikna edip kışkırtırlarsa savaş başlayabilir; ama Türkiye aklı başında bir devlet olarak, devlet aklı yüksek olan binlerce yıllık birikime sahip bir devlet olarak böyle bir tuzağa düşmez. Ancak dediğim gibi 12 mil ilan edilip bir savaşı batı tarafı hegemonyası göze alıp böyle bir kışkırtma yaparsa, Türkiye kendini savunur; ama ona rağmen Yunanistan’ın şu anki nüfus gücü, ekonomik gücü, dış borç yükü… Her şeyi bir araya aldığımızda ABD ve Fransa başta olmak üzere başkalarına güvenerek, bir savaş başlatacağını düşünmüyorum.

Z.Ç.: Yakın zamanda Lübnan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bir deniz sınırı antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.G.: O antlaşma yeni değil, 2007 antlaşmasıydı. İsrail’le Lübnan’ın yaptığı yeni bir antlaşma var. O antlaşma da çok önemli bir antlaşma. 2007 antlaşması parlamentoda onaylanacağı söyleniyordu. Eğer onaylandıysa, tabii ki Kuzey Kıbrıs’ın hakları gasp edildiği için Kuzey Kıbrıs egemenliğine ciddi bir saldırıdır. Güney Kıbrıs’ın bu antlaşmayı 2007’de yapma yetkisi de yoktu, hakkı da yoktu; ama onlar olmadığı halde 2003’ten geçerli olmak üzere 2004’te tek taraflı bir MEB ilan etmişlerdi. 2003’te de Mısırla bir antlaşma yapmışlardı, 2007’de yaptıkları Lübnan antlaşması, Lübnan parlamentosundan geçmemişti.

Şu an Lübnan üzerinde çok büyük bir hegemonya var, Atlantik baskısı var. O baskı nedeniyle İsrail’le anlaşmayı kabul ettiler. Esasında Lübnan açısından çok kritik bir durumdur; böyle bir uluslararası anlaşmaya imza atmakla İsrail devletini bence tanımış oldular. Bu yönüyle de incelenmesi gereken bir gelişmedir. Defacto olarak şu an GKRY zaten 2007’den itibaren ilan ettiği 13 sahada sismik araştırmalarını yapıyor. Zaten kanunsuz, hukuksuz bir şekilde ilan edilmiş 13 bölge var; bazılarında fiilen doğalgaz çıkarıyorlar ve Türkiye buna müdahale etmiyor. KKTC adına verilmiş olan lisans sahaları vardı; Türkiye, en azından kendi sismik gemilerini göndererek tek taraflı GKRY’nin oldu bittilerine cevap veriyordu. Bu AB baskısı ile akamete uğradı. Alman Hamburg firkateyninin Türk bayraklı Roselina 2 gemisine 2020 Kasım’ında çıkmasıyla geri çekilme maalesef başladı. Tarihimizde ilk defa Türk bayraklı bir gemiye uluslararası sularda Türk devletinin izni alınmadan çıktı ve devlet bunun hesabını sormadı… O tarihten itibaren Türkiye, maalesef Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarında Sevilla haritasının dışında yani Türkiye’ye empoze edilen sahaların dışında sondaj yapmadı. Bu ciddi bir geri adımdır.

Z.Ç.: Bu durum gündem olmuştu…

C.G.: Bence de gündem olmayı hak ediyor; çünkü Mavi Vatan’ın özü, Sevilla haritasına meydan okumaktır. Bunu Türkiye şu an yapmıyor. Tabii Ukrayna – Rusya savaşının yarattığı bir karmaşa var. Türkiye’ye dolar üzerinden mesaj veriyorlar; bunun da hükümet üzerinde yarattığı hassas dengeler var. Ve tabii ki Türkiye seçime gidiyor; seçime giderken ciddi şekilde Türkiye’yi tekrardan bir kriz ortamına sokabilecek şartlar Doğu Akdeniz’de oluşabilir, bunda bir çekinme var diye düşünüyorum. Ama Türkiye her koşulda 18 Mart 2020’de Birleşmiş Milletler’e deklare ettiği kıta sahanlığı sınırlarını şartlar ne olursa olsun korumak durumundadır; çünkü Mavi Vatan dediğimiz alanın kalbi orasıdır. 150 bin kilometrekarelik bir alan Türkiye’den çalınıyor ve Yunanistan’ın küstah açıklamaları da cabası… Daha geçen hafta Türkiye’nin Libya’yla yapmış olduğu 2019 antlaşmasından sonra, geçtiğimiz günlerde de enerji alanında antlaşmalar imzalandı. Yunanistan ona neyle cevap verdi? “Girit’in güneyinde ve batısında 12 mile çıkabiliriz ve Amerikan firmalarıyla Girit’in güneybatısındaki bölgelerde araştırma yapabiliriz.” şeklinde… Bu tabii ki Türkiye’ye karşı argüman. Şunu sormak lazım: Yunanistan, bunu Doğu Akdeniz’de hakkı olmadığı halde yapıyorsa biz niye kendi kıyıları 1570 km olan Akdeniz’de, ana sütü kadar helal olan kıta sahanlığımıza gidip bunu yapmıyoruz? Bunu sorma hakkımız var diye düşünüyorum.

Z.Ç.: Ukrayna – Rusya Savaşı demişken, sizce Doğu Akdeniz’de şu anki savaş nedeniyle dengeler değişebilir mi? Değişebilirse Türkiye’yi ve diğer ülkeleri ne gibi durumlar bekliyor?

C.G.: Akdeniz, bütün dünya okyanuslarının yüzde biri kadar küçük bir alanı kapsayan bir bölge. Yüzde bire rağmen yarattığı stratejik etki çok büyük; çünkü dünya deniz ulaştırmasının yaklaşık yüzde 30’u buradan geçiyor. NATO’nun gelişmiş bütün denizci devletleri Fransa, İspanya, İtalya gibi Kuzey Atlantik ittifakının en önemli ülkeleri burada. Akdeniz esasında bir NATO gölüdür diyebiliriz; ama şahsî görüşüm şudur ki, artık ABD ve Atlantik sistem geriliyor, yani Atlantik yüzyılı bitti. Bunun adını koyalım; artık Asya yüzyılı başladı. Artık yepyeni dengeler var. Dolaysısıyla bu yeni dengelerde Türkiye’nin de konumunu çok iyi belirlemesi lazım. Şu an ikinci ve birinci dünya savaşları öncesi benzeri siyasî dengeler oluşuyor. Türkiye NATO’ya bağlı kaldığı sürece ABD ve İngiltere başta olmak üzere Anglosakson dünyanın jeopolitik çıkarlarına hizmet edecek konumda kalmaya devam edecek. Türkiye NATO’da kaldığı sürece NATO’nun aldığı kararlara uymak zorunda kalacak. NATO’nun içerisinde yaptırımlara uymayan iki devlet Türkiye ve Macaristan. Yarın öbür gün Polonya’da gördüğümüz gibi bir kışkırtma söz konusu olduğu ve Türkiye’ye “Rusya’yla savaşacaksın.” denildiği takdirde, 2. Dünya Savaşı’ndan farkı ne olacak?

O yıllarda Türkiye’ye ilk önce Almanların yanında, sonra Amerika, İngiltere ve Rusya’nın yanında savaşması için baskı yapılmıştı. Türkiye yine baskıya maruz kalacak. Demek ki Türkiye coğrafyası itibarıyla tarafsız kalması gereken bir coğrafya. Şimdi siz tarafsız kalması gereken bir coğrafyayı 1945’ten sonra şişirilmiş Rus tehdidi ile Batı bloğuna alıyorsunuz ve Batı’nın bir mandası, Batı’nın bir vekili haline sokuyorsunuz. Türkiye’nin, Asya yüzyılının başladığı bu dönemde artık bu aşamaları geçmiş olması gerekiyor. Türkiye bir NATO üyesi; ama aktif tarafsızım diyebiliyor. Rusya – Ukrayna Savaşı’nda bunu bir çap daha büyütelim; yarın öbür gün NATO, Rusya ile bir savaşa girerse, Türkiye asla ve kata NATO’nun yanında yer almamalıdır. Türkiye Rusya’ya karşı açılan bir cephede yer alırsa, bu Türkiye’nin sonu olur. ABD ve Batı bir süre sonra çekilir, gider; ama Türkiye bu yaptığı hatanın bedelini fazlasıyla gelecek kuşakla öder. Çünkü Asya büyüyor, Çin büyüyor, Hindistan büyüyor. Ve bu ülkelerin Asya’daki jeopolitik konumlanmaları önemli. Şu an Türkiye nasıl kıtaya itilmek istiyorsa, Çin’de kıtaya itilmek istiyor. Hindistan, Batı’nın yanına geçerse, Batı’nın izin verdiği kadar okyanusa çıkacak. Bütün bu gerçekleri görerek, şuna karar vermemiz lazım:

Artık coğrafî gücümüzü Atatürk’ün yaptığı gibi biz kendi lehimize mi kullanacağız? Avrasya’yı denizden uzaklaştırmak için, Avrupa bacağında başarılı oldular. Aynı şeyi Türkiye için yapabilirler mi? Türkiye için bu yapıldığı takdirde gelecek yüzyılda çok büyük sorunlarla karışılacağımız durumlar ortaya çıkarır; çünkü aynısı Rusya için denendikten sonra Çin için de denenecek. Çin çok büyük bir güç… Rusya’nın düştüğü duruma düştüğü takdirde de nasıl davranacağını bilemeyiz. Her ne kadar Çin Rusya’ya dengeli yaklaşsa da yarın öbür gün Çin Rusya’nın başına gelenin kendi başına geleceğini görerek Rusya’yla tam ittifaka geçtiğinde ne olacağını da bilemeyiz. O yüzden Türkiye gelecek kuşakların güvenliği için şu an iki taraf için de tarafsızlığını, aktif tarafsızlığını sonuna kadar yürütmek durumundadır. Dünya savaşında İnönü hükümetinin yaptığı da buydu. Doğru bir karardı, buna devam etmeliyiz. Biz hiç kimsenin ucuz kanı değiliz.

Z.Ç.: Mavi Vatan konusunda iktidarı ve muhalefeti yeterli görüyor musunuz?

C.G.: Ergenekon ve Balyoz’un çıkma nedeni, “Mavi Vatan”dı. Bu bedel ödeme süreci gençlik içinde bir ufuk açtı diyebilirim; ama akademi dünyası, siyaset muhalefet, iktidar, belli kesimler bunun tam farkında değil. Ancak geçenlerde bir anket sonucu gördüm, sorulanların %24’ü “Mavi Vatan’ı biliyorum.” demiş, bu çok iyi bir rakam. Mavi Vatan, bir manifesto, bir doktrin… Türkiye’nin 21. Yüzyılda, hatta 22. yüzyılda denize çıkma, denizci olma doktrini… Olayı böyle görmek lazım. Olayı deniz yetki alanlarında sahiplik olarak görüyorsanız, evet, başarılı olmuştur; ama olayı Türkiye’nin denizcileşmesi olarak görüyorsanız, hayır, başarılı olmamıştır. Çünkü Mavi Vatan’ı destekleyenlerin çoğunun hayatında yüzmemiş, yelken yapmamış, denizciliği içten gelen aşkla sevmemiş insanlar olduğunu biliyorum. Buna rağmen jeopolitik düzeyde Mavi Vatan’ı sahiplenmelerini takdir ediyorum, bu çok güzel; ama denizcileşmek ve denizi kültürümüzün bir parçası haline getirmek, en az deniz yetki alanı kadar önemli. Bugün Türkiye’de, üzülerek söylüyorum, her yıl 500’e yakın çocuk yüzme bilmediği için boğularak ölüyor. Türkiye’ye bu utanç yeter. İstanbul’un nüfusu 15 milyon, günde 13 milyon yolcu hareketi var sadece 300 – 400 bin kişi deniz yolunu kullanıyor. Halbuki içinden mavi bir nehrin aktığı tek şehir. Başka bir örnek yok. Kıyı belediyelerine bakıyorsunuz, futbol kulübü olmayan kıyı belediyesi yok. Aynı belediyelerin yelken kulübü, yüzme kulübü var mı? Yok. Belediye başkanları kürek çekmiş mi? Yok. Ben Sarıyer’den biliyorum, mesela Sarıyer Belediye Başkanı’ndan… Dolayısıyla bu uyanışın sağlanmasında yarar var…

Z.Ç.: Mavi Vatan Vakfı’nın kuruluş amacı da buydu, yanılmıyorsam…

C.G.: Kesinlikle buydu. İnşallah vakfımız bu hedeflere erişecek. Bu vakfın ileride ana amacı bu. Halka denizi sevdirmek, halkı denizle buluşturmak…