DergiSiyaset

CUMHURİYET DEVRİMİ ÜZERİNE

Giriş

İnkılap Kitabevi’nden çıkan “Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri” adlı romanımda, karakterlerin bilincinde ve bilinçaltında yaşayan Cumhuriyet Devrimi, Marksizm, postmodernizm, Frankfurt Okulu, Aydınlanma, İslam’da akılcılık akımı (Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina, Ömer Hayyam) gibi başka birçok konuyu da ele alan diyalog ve monologlar, roman içinde roman, rüyalar ve geçmişi anımsama aracılığıyla tartışılıyor. Bu yazıda söz konusu tartışmaların genel çerçevesi çizilmiştir.

Ekonomi Politik

Liberal ekonomist Douglass C. North ve Robert Fogel ‘ekonomik ve kurumsal değişmeleri açıklamak üzere ekonomik teori ve kantitatif yöntemler uygulayarak ekonomi tarihi konusundaki araştırmaları yeniledikleri için’ 1993’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldılar. Kısaca söyleyecek olursak, Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performance (Institutions, Institutional Change and Economic Performance) kitabında ‘kurumsal evrim’ (institutional evolution) teorisiyle North, Batı’da uzun yüzyıllar boyunca tabandan tavana doğru oluşan, verimli mülkiyet hakları sistemi üzerine inşa edilmiş, makro-tarihi alanda ekonomik kalkınmayı sağlayan kurumsal yapıyı inceler.

Öte yandan, Marksist Annales Okulu’nun ünlü tarihçisi Fernand Braudel Uygarlık ve Kapitalizm (Civilization and Capitalism: 15th-18th Century) kitabında, kapitalizmi, kendi ismiyle özdeşleşen ‘uzun vade’ (longue durée) süreçte ve büyük sosyo-ekonomik faktörlerin tarih yaratımındaki rolüyle analiz eder. Bu analiz bir başka ünlü sosyolog ve ekonomik tarihçi Immanuel Wallerstein’ın Dünya-Sistemleri teorisinin de altyapısını ve dünya-ekonomi, dünya-imparatorluk, çevre, yarı-çevre, merkez gibi kavramlarını oluşturur.

16. ve 17. yüzyıllarda Batı’da sağlamlaşan kapitalist dünya-ekonomi, dünyanın geri kalanını da içine alarak ve çevreleştirerek ilerlemiştir. Osmanlı anti-kapitalist yapısıyla dünya-imparatorluğa (teorideki anlamıyla verimsiz, yeniden-dağıtımcı, patrimonyal yapıya) örnek teşkil eder. Dünya-ekonomiyle çarpıştığında hantal feodal yapısıyla beraber adeta kapitalizm tarafından yutulmuş fakat III. Selim’den II. Mahmut’a reformlar ve dirayetli paşaların ve aydınların direnişiyle, 1. Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’nın ‘Hasta Adamı’ olarak da olsa varlığını sürüklemiştir.

Ünlü sosyolog Barrington Moore kült eseri Diktatörlüğün ve Demokrasinin Sosyal Kökenleri: Çağdaş Dünyanın Yaratılmasında Soylunun ve Köylünün Rolü’nde (Social Origins of Dictatorship and Democracy: Lord and Peasant in the Making of the Modern World) sınıf yapıları analizi üzerinden moderniteye geç kalınmışlıkla faşizm arasında önemli bir teorik bağ kurar. Demokrasi ve diktatörlüğün kökenlerinin haritasını İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Amerika, Çin, Japonya ve Hindistan üzerinden çıkarır.

Moore’un sofistike argümanlarından sadece biri olan bu bağı göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki Osmanlı’nın 20. yüzyıla sürüklenen varoluşu, reformlarla sarsılsa da tamamen ortadan kaldırılamamış feodal örüntüleri nedeniyle, cumhuriyete sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel bir derin gerikalmışlık mirası bırakmıştır. Hatta, makro-yapısal koşullara göre bu yol, normal şartlar altında, faşizme çıkan yoldur; laik ve demokratik doğasını Mustafa Kemal Atatürk’ün çelik iradesine borçlu olan cumhuriyet devrimi olmasa.

North’a göre, Batı’da kurumsal yapı, toplumda halihazırda var olan anlaşmalar, işlemler ve ilişkilerin formalleşmesiyle, tabandan tavana doğru, verimli mülkiyet hakları sistemi ve işlem maliyetinin düşüklüğü temelinde, üretici bir kurumsal yapı olarak oluşmuştur. Bu yapı aynı zamanda liberal demokrasinin de temelidir. Joel Mokyr ve Avner Greif da bu yapının zamanla kendini-pekiştiren patikalar (self-reinforcing paths) açarak sağlamlaştığını ortaya koymuştur. Bu noktada, ‘doğru model ve modelin uygulanma süreçleri’ Batı’da tam anlamda demokratik olarak ortaya çıkmasa da, hatta Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm: Zamanımızın Kökenleri (The Great Transformation: Origins of Our Time) adlı büyük eserinde anlattığı gibi tepeden inme yöntemlerle sağlansa da, uzun vadede kurumsal anlamda liberal demokrasinin oluşum temellerini atmıştır.

Doğu’da ise (nasıl ki hakikat bir bütünse, aslında dünya da bir bütündür; fakat kapitalist dünya-ekonomi dünyanın geri kalanını içine aldıkça biz “dünya geri kalanı”na Doğu diyelim), kapitalizmin üstünde yükseldiği mülkiyet hakları sistemi oldukça sıkıntılıdır. Örneğin, 1858 Toprak Reformu bu açıdan değerlendirilmelidir: Dünya-ekonomiyle yani kapitalizmle çarpışan Osmanlı, ideolojik olarak Tanrı’ya, pratikte devlete ait olan mülkiyet haklarını bireye, mülkü ise özelleşmeye açmıştır. Ariel Salzmann’ın Osmanlı’daki bu özelleştirme süreciyle, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki 1980 sonrası neoliberal özelleştirme süreci arasında kurduğu bağ, kurumsal evrimin makro-tarihi düzlemini ortaya koyması açısından çok önemli bir analizdir.

Gerçekten de, ideolojik-kültürel üstyapıyı belirleyen ekonomik altyapı Osmanlı’da kapitalist olmaktan da öte anti-kapitalist özellikler gösteriyordu. Bu özellikleri imparatorluğun ekonomik datasını toplayan ve teorisini kuran Mehmet Genç’e atıfla provizyonalizm, fiskalizm ve gelenekselcilik olarak özetleyebiliriz.

Batı feodal ekonomisinin de çerçevesi olan bu üç ilke Batı’da zamanla terk edilirken, Osmanlı’da tüm gayret bunların korunması yönünde olmuştur. Batı merkantalist politikalarla ulusal ekonomiyi kurarken bile (ve bu altyapının üstyapısı olan dönüşümlerle laik ulus-devletlere evrilirken), Osmanlı, gelenekselcilik ilkesinin kemikleştirdiği bir değişime direnme ve feodalitede kalma durumuna hapsolmuştur. (Reformcu yönetimler ise -II. Mahmud’a kadar- gerici ayaklanmalarla son bulmuş ve yapısal olarak tabandan gelen dönüşümle desteklenmediği için sosyo-politik ve sosyo-ideolojik yapıyı değiştirememiştir).

Üstelik, imparatorluğun feodalitesi de Batı feodalizminden farklıydı: Örneğin, tımar sahibi bir devlet memuru olarak, rotasyon sebebiyle ne başında bulunduğu köylüyle çelişkili, ne de aslen devlete ait toprakla anlamlı bir ilişki kurabilecek konumdaydı. İmparatorluğun Batı’daki gibi lord-vasal ilişkisine dayalı bir aristokrasi sınıfı yoktu.

Bu açılardan feodalizmden farklılık gösteren imparatorluk, emeğin baskılanması, tımardan malikaneye geçiş (özelleştirme) ve ayanların ortaya çıkması gibi durumlar nedeniyle kaba hatlarıyla, Batı’nın moderniteyi inşa ettiği kapitalist çağda bile, yarı-feodal bir yapıya sahip olarak kaldı.

Narh sistemi gelir farklılıklarını azaltarak sosyal gerilimi kontrol altında tutarken; millet sistemi sosyal dayanışma üzerinde, toplumsal ilişkileri devletten, devleti toplumsal konulardan bağımsız tutarak benzer bir etkiye sahipti. Bu etki, sadece farklı ve embriyonik sınıf yapılarına yol açmakla kalmıyor; aynı zamanda Osmanlı’da siyasetin toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşması önünde ciddi bir engel de yaratmış oluyordu. Bu yapı içinde vakıf kurumu servet birikimi ve teşvik sistemini ulemaya aktarırken; ulema sistem üzerindeki kontrolünü elindeki yasal güç ve kendi içindeki organik ilişkilerle başarıyordu.

Kabahatlarıyla özetlediğimiz verimsiz (yani üretici değil tepeden-dağıtımcı, patrimonyal olan) yapıda, ulemanın merkezdeki karar verme mekanizmasını etki altına alan politik gücü giderek artan şekilde kişisel bağlara dayanıyordu. Kişisel bağlardan kastımız, literatürde patron-müşteri diye geçen, üretimi baltalayan, yolsuzluğu arttıran, liyakati engelleyen yapıdır. Zamanla imparatorluğun kontrol ve denge mekanizması çöktükçe, kurumlar bozuluyor; kurumlar bozuldukça, kontrol ve denge yitiyordu.

Reformlar ise sınıfsal mücadeleyle ortadan kalkmayan bu sisteme yara bandı görevi dahi göremiyordu çünkü örneğin gayri-Müslim tebaa çoktan Batı kapitalizminin ulus-devlet yoluna girmişti. Bu da, imparatorluğun dağılma sürecinin başlaması demekti. Örneğin, Tanzimat ve daha sonra Islahat, bu anlamda, imparatorluğu modernleştirirken dağılmasını da tetikliyordu. Reformlar imparatorluğun modernleşmesi sürecinde ilerici olmakla birlikte, Batı etkisi, baskısı ve manipülasyonu altındaydı.

Kapitalizm Batı’daki gibi devletlerin köylü kırımına rağmen geçirdikleri yasalarla kendi doğası içinde kendiliğinden formalleşen kurumlar olarak ortaya çıkmadığı için, ilerici dönüşümlere temel olacak sınıf yapıları da ortaya çıkmamıştı. İşi daha da karmaşıklaştıran şey, Osmanlı Batı’daki (Wallerstein’ın ifadesiyle) kapitalist dünya-ekonomiye çevreleştirilerek (yarı-sömürgeleşerek) eklemlendiği için, sınıf yapıları da toplumsal dönüşümü üstlenecek nitelikte değildi.

Fakat daha da önemlisi, eskiyle yeniyi birarada yaşatan reformlar kurumsal ikilik (institutional duality) yaratmıştı. Bu da kurumsal teoride verimsizliği arttıan bir durumdur. (Örneğin şeriat mahkemeleri yanında kısıtlı ve yabancılar için olan, dolayısıyla Osmanlı egemenliğini de baltalayan seküler mahkemeler). Her ne kadar yenilikler, kendi kurumsal patikalarını (institutional paths) oluşturma şansı bularak ileride cumhuriyete kısıtlı da olsa bir altyapı sunsa da, varolan insan kapitalini kullanabilen verimli, üretici bir yapının kurulması mümkün değildi. Sistemin paydaşları halinde yüzlerce yıldır üst üste yığılan çıkar ilişkileri ve verimsiz kurumsal patikalar, reformlarla açılmak istenen verimli kurumsal patikaların önünü tıkıyordu. Üstelik, bu yarı-feodal, hantal ve organik ilişkilere dayalı sistem liyakatın da önünü tıkadığı için doğru politikalar üretilemez haldeydi. Jön Türkler’i etnik veya dinsel kökenleri önemsizleştirerek biraraya getiren nedenlerin başında, liyakatsizlik ve çöküşü engellenemeyen vatanın haysiyetini, topraklarını, insanlarını hızla kaybeden bu içler acısı hali geliyordu.

İşte bu durum, ancak yarı-feodal kurumların ortadan kaldırılmasıyla aşılabilirdi ki cumhuriyetin yaptığı tam olarak budur: Eskiyi tamamen kaldırmadan, yeniyi kurarken verimli kurumsal yapı için insan kapitalinin önünü açmak mümkün değildir. Devrimin hukukta, eğitimde ve kültürel kimlikte birbirini destekleyen ve “eski ile yeni birarada” ikiliğini sonlandıran niteliği, kalkınma ve demokratik bir geleceğin önünü açan temel kurumsal faktördür. Basit bir deyişle söyleyecek olursak, feodalitenin kurumlarını kültürel kimlik kabul ederek modern çağda var olmaya çalışmak tarih dışı (ahistorical) bir durumdur.

İdeolojik-Kültürel

Batı’da 15. ve 16. yüzyıllar, doğaya ait bilginin kaynağının, Antik Yunan felsefesinin üzerine giydirilen Hirstiyanlık kozmolojisinin yarattığı skolastik düşüncenin otoritesi değil, gözlem ve deney olduğu fikrini doğuracak olan Rönesans çağıydı. 19. yüzyıla gelindiğinde, bu çağın uzantısı olan bilimsel düşünce devrimi ve Aydınlanma, sekülerleşmeyi sağlam bir ontolojiye ve epistemolojiye oturtmuştu. İşin ilginç yanı, bu süreçte İbni Rüşt’ün Gazali’nin kılıcıyla önü kesilen ‘çifte hakikat’ teoremini okuyan ve kendilerine İbni Rüştçüler diyen/denilen Ortaçağ keşişlerinin de rolü büyüktü. (İbni Rüşt’ün çifte hakikat teoremi, kısaca akıl ile Tanrı buyruğu arasında bir çelişki olamayacağını çünkü her ikisinin de aynı hakikatin parçası olduğunu söyler. Bu, Batı’da bilim ve felsefeyi vahiy boyunduruğundan çıkararak, sekülerleşmeyi, Aydınlanma dönüşümünü tetikleyen temeldir).

‘Uzun vadede’ Batı’da ekonomik altyapıda feodal modeli yerinden eden kapitalizm, eş zamanlı olarak üstyapısında da feodal örüntüleri yıkıyor, bilimsel düşünceye dayalı modernleşmeyle birlikte, ilahi egemenliğe dayalı krallıklar yerine, laik ulus-devletlerin temelini atıyordu. 1789 Fransız Devrimi bu sürecin tesciliydi.

Doğu’da ise, İbni Rüşt’ün (ve Al-Kindi, Farabi, İbni Sina, Ömer Hayyam gibi Akılcıların) temsil ettiği felsefe ve bilimsel düşünce, iktidar gücünü arkasına almış olan Gazali’ye yenilmiş, ardında ekolleşecek bir birikim bırakamadan yok olmuştu. Bu durum, Batı’da teoloji sekülerleşirken, Doğu’da sekülerleşmeyi birkaç filozofun düşüncesine hapsetmiştir. Batı’da tetiklenen dinde reform, bilimsel düşünce ve Aydınlanma bu nedenle Doğu’da ortaya çıkamamıştır. Ta ki Cumhuriyet Devrimi’ne kadar.

Türkiye’de laik cumhuriyet devrimi yukarıda kabaca resmettiğimiz ekonomik politiğin zorunlu üstyapısının kuruluşundan başka bir şey değildir. Feodal yapıların dönüşümü,  yüzlerce yıl önce dünya-ekonomiye çevre olarak eklemlenildiğinde zaten başlamıştı. Cumhuriyet öncelikle bu eklemlenmeyi çevre olmaktan merkez olmaya doğru değiştirmiş; yani ekonomik atılımla üretimi başlatmış ve kalkınmayı sağlamıştır. Bu moderniteye ilk adımdır. Bunu yaparken, feodalizmin imgelerine, görüngülerine, yani kültürel üstyapılarına dokunmadan kalmaya çalışmak veya bir kısmını değiştirip bir kısmına dokunmamak, eşyanın tabiatına aykırı bir durum yaratmaya çalışmak olurdu. Bu anlamda söz konusu durum tarih dışı (ahistorical) da olurdu. Yapısal şartların yetersizliğine rağmen, saltanat ve halifelik kurumunun kaldırılması, yani ilahi-kökenli egemenliğin laik halk egemenliğiyle değiştirilmesi, kadın hakları, şapka devrimi, harf devrimi eşsiz ve derin bir sosyo-politik, ideolojik ve kültürel devrimin ilerici adımları olarak bu ekonomi-politikle değerlendirilmelidir. Bu adımların her biri birbirinin gereği ve parçasıdır.

Diğer bir deyişle, oryantalizmin yüzeysel bir tavırla ve tarih dışı olarak Batılılaşma diye adlandırdığı durum, 16. yüzyılda Batı’dan yayılan dünya-ekonomi tarafından çoktan yutulmuş olan bir altyapının üstyapısının inşasıdır. Her sözü ve eylemi ardında tarihin derin anlamı gizli olan Mustafa Kemal Atatürk bu ekonomi-politiğin farkında olarak, tam da bu nedenle, devrime Batılılaşma değil, çağdaşlaşma, yani tarihin içinden geçilen an ile, yaşanan evrensel çağ ile uyumlanma demiştir. Bilimsel anlamda doğru olan da budur.

Özetlemeye çalıştığımız gibi, en az dört yüzyıllık bir süreçte kapitalizme çarpık eklemlenme iki şeye sebebiyet vermiştir: 1-Çarpık makro-yapısal durumlar (örneğin tam gelişmemiş sınıf yapıları) ve 2-Modernitenin ontolojik ve epistemolojik temeli olan sekülerleşmenin çarpık ve yetersiz ilerleyişi.

İşte bu şartlar altında, ünlü tarihçi Arnold Toynbee Atatürk’ün onbeş yıla dört yüzyılı sığdırdığını söylerken, kendisine Oryantalist kibrini dahi bir kenara bıraktıran bir hayranlıkla, tarihin rastlamadığı bir adanmışlıkla gerçekleşen bir dev ekonomi-politik ve ideolojik-kültürel sıçrayışa işaret eder.

Bu anlamda cumhuriyetin temeli olan Kemalizm, ideoloji değil; ideolojiler üstü bir modernite/çağa uyumlanma ontolojisidir. Bu sebeple, örneğin evrensellik iddiasındaki sol ideolojiler de ancak bu ontoloji üzerine (bu ontoloji varsa) kurulabilir. Haim Gerber’in toprak sahipliği, köylülük ve sınıf gelişimi üzerinden analiz ettiği Ortadoğu’nun Sosyal Temelleri (Social Origins of the Middle East) adlı büyük eserindeki şu tespiti çok anlamlıdır: “Atatürk’ün asıl dehası, devraldığı yapı üzerine kendi ideolojisini empoze etmemiş olmasıdır”.

Laikliğin kurumsallaşmasıyla, sadece Batı’da doğan insana ait olmayan, evrensel olan merak dürtüsünü serbest bırakan bilimsel düşüncenin ve felsefenin önü, İbni Rüşt’ten sonra karanlığa gömülen Doğu’da ilk defa açılmıştır. Atatürk böylece savaş meydanında askeri dehasıyla emperyalizmi yenmekle kalmamış, makro-yapısal tüm ters durumlara rağmen demokrasinin temeli olacak laik cumhuriyeti kurup 15 senede en az dört hatta altı yüzyıllık açığı kapatan devrimlerle oryantalizmi de yenen adam olarak tarihe geçmiştir.

Laikliğin temel yapıtaşı yüzlerce yıllık ümmet anlayışından ulus anlayışına geçiştir çünkü modern çağın egemenlik kavramı, dini değil, pozitivist ontolojiye dayalıydı. Bu anlamda, laiklik ve ulusçuluk modern ontolojinin birbirini tamamlayan ayaklarıdır. Laikliğin en önemli anlamı, egemenliğin Tanrı’nın temsilcisi olandan halka geçişidir. Bir başka deyişle, aristokrasi-krallık-kilise üçlüsüyle kurumsallaşmış dini egemenlik yerine, laik olan (lay) yani ruhban sınıfından olmayan, halkın temsilcilerinden oluşan meclis, yani cumhuriyet yönetimidir.

Doğu ontolojisinde aristokrasi-krallık-kilise yerinde saray-halife-ulema vardır. Halk bireysel değil kolektif olarak varolan İslam ümmedidir ve sarayın kuludur. Cumhuriyet bu dine dayalı ontolojiyi, modern çağınkiyle değiştirmiş; halkı, ulusun özgür bireyi kabul etmiştir. Din ve devlet işlerinin ayrılması, devlet egemenliğinin dini ontolojiden çıkmasıyla mümkündür. Laiklik aynı zamanda dinin ekonomik, siyasi, toplumsal güç aracı olarak manipüle edilmesinin önüne geçen kurumsal mekanizma olduğu kadar dinsizlik hakkını da içeren vicdan özgürlüğünün anayasal garantisidir. Devletin kamusal alanının laik olması modernitenin bir parçasıdır; tıpkı din ile vicdanın ayrılması, dinin toplumsallığının bireyselliğe dönüşmesi gibi.

Öte yandan, Osmanlı beyliği bir Türk beyliği olduğu halde, Arap topraklarının imparatorluğa katılmasıyla imparatorlukta kültürel anlamda Arap etkisi artmıştır. Bu etki her feodal devletin egemenlik konusunda dinle olan yakın ilişkisi içinde de değerlendirilmelidir. Zamanla Türkler devletin çözülmesi ve özellikle toprak kayıplarıyla birlikte, gayri-Müslimler’in elinde marabalaşan, savaşlarda asker gücünü oluşturan bir sosyal yapıya sıkışmıştır. Osmanlı’yı parçalama hedefinde olan Batı ve özellikle 19. yüzyıl Fransız ve İngiliz oryantalizmi, İslam medeniyetini Araplar’a indirgeyerek, İslam medeniyetinin geri kalmasının faturasını Türklüğe çıkarmış, “Türklük ve İslam ilerlemeye manidir” propagandasına ağırlık vermiştir.

Daha önce belirttiğimiz gibi sadece emperyalizmi değil, Batı’nın kendi tekelinde olduğunu iddia ettiği evrensel insanlık değerlerine Batı’dan çok sahip olabildiğini göstererek oryantalizmi de yenen cumhuriyet devrimi, kanlı ve acılı bir tarihin içinden hakkını alarak çıktığı halde, bütün bu sıkışmışlıklara rağmen, irrasyonalizme kaymadan rasyonel ve barışçı bir yol izleyebilmiştir. Laikliğin bir anlamı da budur. Cumhuriyetin temeli olan ulusçuluk fikri de, Atatürk’ü evrensel boyuta taşıyacak biçimde, döneminin ırkçı faşizme hızla kaymakta olan Batı’daki tanımlarını reddederek, etnik milliyetçiliğe düşmeden, Kurtuluş Savaşı’nı vermiş, ortak geçmiş ve gelecek arzusu içinde olan Türkiye halkı tanımında, yurttaşlık ile (civic nationalism) sabitlenmiştir. Gecikerek de olsa tarihten gelen seküler ulusçuluk cumhuriyetle kurumsallaşmış ve üst kimliğe dönüştürülmüştür.

Bu çerçevede, tüm kışkırtmalara rağmen (yüzlerce yıllık aşağılanmışlık, son yüzyılda savaşlarda ve haklı davalarda dahi yaşanan maddi ve psikolojik yıkım ve perişanlık, genç cumhuriyete emperyalist müdahele çabalarında kullanılan işbirlikçiler vesaire) Türklük ırk veya etnik anlamda değil, tarihi bağlamda kurucu unsur, üst politik kimlik olarak inşa edilmiştir. Tarihi bağlamda kurucu unsurdan kastımız şudur: Örneğin imparatorluğu kurtarabilmek için reform isteyen, aralarında Namık Kemal’in de olduğu aydınlar, kendilerine Genç Osmanlılar derken, Osmanlıcılık ve Osmanlı yurttaşlığı fikri, kendi ulus devletlerini kurma yolunda olan gayri-Müslimler’e ve Araplar’a hitap edemediği ve karşılıksız kalarak tarihe gömüldüğü için, bir sonraki kuşağın adı aralarında Türk olmayanlar olduğu halde kendiliğinden Jön Türkler olmuştur. Keza Batı kaynakları kuruluş anından beri Osmanlı’ya Türkler diye hitap etmekteydi.

1.Dünya Savaşı’nda yenilen topraklarda, sadece bir avuç Türk, Batı’ya kafa tutarak “Ya kurtuluruz ya da ölürüz ama esir alınmayız” dediği için, Churchill’in sigara izmariti taktiğiyle viski salonlarında değil, kanlı savaş meydanlarında kurulan cumhuriyet, savaş anında bile her adımı hukuk çerçevesinde ve kongrelerle gerçekleştirerek, kendini tarihin en büyük halk örgütlenmelerinden biri olan Kuvayı Milliye aracılığıyla, pratiğe, ilanından çok önce geçirmiştir. Bu pratiğe, yeni devletin temelinde, halkçılık ve cumhuriyetçilik denilecektir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibi, 15. yüzyıldan itibaren Rönesans, dinde reform, Aydınlanma, sanayileşme gibi süreçleri yaşamamış olan ve derin bir yoksulluk, eğitimsizlik ve kadrosuzluktan oluşan bir Osmanlı mirası karşısında (üstelik son dönem savaşlarında ve Kurtuluş Savaşı’nda Osmanlı’nın tek donanımlı sınıfı erkanı harbiye de kaybedilmiştir), kalkınma için doğru ekonomik model kurulmuş ve ülke ekonomisi kapitalist dünya-ekonominin çevresi olmaktan çıkarılmıştır. Sırf bu durum bile tarihte eşine kolay rastlanacak ve karşılaştırma yapılabilecek bir durum değildir. Batı’daki kapital sahibi burjuva sınıfı olmadığı için, ekonomiyi inşa görevini devlet üstlenmiş fakat nasıl ki ulusçulukta faşizan eğilimlere karşı durulmuşsa, devletçilikte de totaliteryen eğilimlere karşı durularak serbest piyasanın oluşumuna da izin verilmiştir.

Son olarak, “Bir gün benim sözlerim bilimle çelişirse, bilimi seçin” diyen Mustafa Kemal Atatürk, bunun önünü açabilmek için ve her şeyden önce bir kültür devrimi olan cumhuriyet devrimini koruyabilmek için devrimciliği de temel ilkelerin içine almıştır. (Bu sözün anlamının büyüklüğü, bilimsel düşüncenin, yapısal, güçlü ve derin bağnazlık karşısında ilk kez ilkeleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, İslam dünyasında, söylenmesindedir). Devrimcilik aynı zamanda Mustafa Kemal’in “Kurtarıcı kendiniz olun” felsefesinin gereğidir.

Bütün bu ilkeler (cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk, devletçilik, devrimcilik) modern çağın devlet temelidir. Bir bütündür; bütün dışında ayrı ayrı değerlendirilemez çünkü makro-tarihi süreçlerde birbirine bağlı olarak ortaya çıkmış ve sağlamlaşmışlardır. Bugün gelişmiş kabul edilen ülkelere bakıldığında, demokrasi için bir bütün olarak ve temel olması açısından, bu ilkelerin evrenselliği hala geçerlidir. Başka bir ifadeyle, bu ilkelerin temel olmadığı bir gelişmiş ülke yoktur. Bu noktada, Haim Gerber’in ne demek istediğini bir kez daha değerlendirebiliriz.

Son Yerine

Yüzyıl sonra tarih başka bir çağı yaşıyor. Sosyalist-komünist dünya-ekonominin oluşmamasıyla birlikte, kapitalizmin derinleşerek devam ettiğini ve postmodern, neoliberal, dijital kapitalizm hakimiyetinin başladığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin günümüzde içinden geçmekte olduğumuz bu evresi, sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-ideolojik yapı özellikleri incelendiğinde, feodal çağın teknolojiyle birleşmiş hali olarak düşünülebilir. Bu haliyle, insanlık için eski kapitalizmden daha da ağır bir dönem olduğu görülmekte.

Üstelik, yapay zeka ile ilk defa olarak insan-dışı ve insanın müdahale edemeyeceği bir uygarlığın oluşma aşamaları da başlamıştır. Böyle bir çağda, ilk olarak Fransızlar’ın işgal altındaki Anadolu’da “Kemal’in peşinden gidenler” anlamında kullandığı Kemalist ifadesinden gelen Kemalizm, bir ideoloji değil, bilimsel anlamda korunması gereken modernite ontolojisidir. Bu koruma, devrimcilik ilkesi gereği, devlet ve toplumun, 2023’ün postmodern neoliberal kapitalizm yani teknolojik feodalizm çağının gereği olan pratiğe uyarlanması anlamına da gelir. Bu uyarlanma, açık veya gizli saldırılarla ve demagojiye dayalı, tarihsel karşılığı olmayan söylemlerle, modernite ontolojisinin yok edilme arzusuyla karıştırılmamalıdır.

Öte yandan, Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadesiyle Kemalizm “Geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür”. Geleceğe öncülük etmekte tarihin gördüğü en büyük isim Mustafa Kemal Atatürk’tür: öyle ki İslam dünyasının Avrupa toplumlarını da direkt olarak etkiler hale gelmiş olan ahvali bu gerçeğe tekrar tekrar kanıt sunmaktadır. Üstelik bir zamanlar Anadolu’da Kurtuluş Savaşı kahramanları dahi eskiye olan bağlılığını aşamıyor, onun demokratik vizyonunu kavrayamıyordu. (İsmet Paşa hariç diyebiliriz). Cumhuriyet Devrimi neredeyse tamamen Atatürk’ün çelik iradesinin, asla vazgeçmeyen ve tereddüde düşmeyen azminin, geçmişi olduğu kadar geleceği de doğru analiz eden derin ve evrensel insanlığa barışla bağlı dehasının eseridir. Geleceğin öncülüğü için Kemalizm’in rotası sadece bilimdir ki insan-dışı uygarlığa adım attığımız bu anda (ve aslında tüm çağlarda) bilimden başka bir öncü yoktur.

Prof. Dr. Seda Ünsar

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir