Bartu SoralRöportaj

Bartu SORAL ile Röportaj

Cumhuriyet gazetesi meselesi ile söyleşiye başlamak istiyorum. Cumhuriyet gazetesi gibi manevi değere sahip bir gazetede bir dönem Murat Sabuncu, Can Dündar gibi Kemalist ideolojiyi temsil etmeyen isimlerin yer alması gazeteye Kemalist cenahı küstürmüşken bir kadro değişikliğinin olması okuyucuda bir umut oluşturmuştu. “Cumhuriyet gazetesi özüne mi dönüyor?”  diye düşünürken Selahattin Demirtaş ile yapılan ve söze “özgürlüğe kavuşmanız dileğiyle…” diyerek başlanan röportaj yayımlandı. Ardından Osman Kavala ile ilgili röportaj ve onu destekleyen köşe yazıları ve haberler, en son Ergenekon davası genişletilsin diye çok çaba sarf eden Şebnem Korur Fincancı ile röportaj… Bu arada sizin “Çizgi Nedir?” yazınıza karşılık olarak yazılan hakaretler… Cumhuriyet gazetesine neler oluyor?

Şimdi olaya baştan başlayalım ki taşlar tam yerine otursun. Bundan yaklaşık dört yıl önce, Cumhuriyet gazetesi vakıf yönetim kurulu seçimlerinde açık bir hukuksuzluk yaşandı. Avukat Akın Atalay, Orhan Erinç ekibi, bunlara Can Dündar kadrosu da diyebiliriz, vakıf yönetim kurulu seçimlerinde kendi adamlarını yönetime alabilmek için hile yaptılar. Vakıf yönetim kurulu üyesi olan İnan Kıraç’ın oyunu kanunsuz bir biçimde saymadılar. Şöyle ki; vakıf yönetimi için yeni üye seçileceği sırada İnan Kıraç yurt dışında olacağını bildiriyor ve “Acaba oyumu kapalı zarfla size teslim etsem, yönetim kurulu toplantısında kabul edilir mi?” diyerek izin istiyor. Orhan Erinç; “Tabii ki kabul edilir.” diyor. İnan Kıraç oyunu kapalı zarfta verip, iş görüşmeleri için yurt dışına gidiyor. Ama vakıf seçim toplantısında Akın Atalay ekibi o oy zarfını açmıyorlar ve İnan Kıraç’ın oyunu seçimler sırasında saymıyorlar. Yani alenen hile yapıyorlar. Hukuksuzluk yapıyorlar. Ve Cumhuriyet gazetesi vakfını ele geçiriyorlar. Bunun üzerine Alev Coşkun ve Turan Karakaş bu hukuksuzluğa karşı yargıya başvuruyor. Ve yaklaşık üç yıl süren uzun bir hukuk mücadelesinden sonra yargı o seçimde hile olduğuna hükmederek, vakıf seçimlerinin yenilenmesine karar veriyor.

Peki şimdi tam burada ilk soruyu soralım; bugün biz Kavala, Demirtaş’ı savunmuyoruz, hukukun üstünlüğünü savunuyoruz diyen Orhan Bursalı, Emre Kongar, Zeynep Oral, Ali Sirmen ve diğerleri vakıf seçiminde aleni hukuksuzluk olduğunda, Akın Atalay ekibi, Can Dündar kadrosu vakıf yönetimine hile ile el koyduğunda, ne yapmışlar? Biz hukukun üstünlüğüne inanıyoruz, bu aleni hileye karşı burada yazmayız mı demişler? Hayır. Hiç birisi bunu dememiş. Hiçbir şey olmamış gibi yazmaya devam etmişler… Nerede kaldı hukukun üstünlüğü? Aleni hile var ama bu arkadaşlardan ses yok. İkinci soru; Can Dündar gazetenin yayın çizgisini ikinci cumhuriyetçi, neo-liberal, PKK açılımına yaklaştırınca bu kişilerden bir istifa, bir duruş, karşı koyuş geliyor mu? Maalesef onu da göremiyoruz. Arkadaşlar yine hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar köşelerinde yazmaya…Yani söz konusu Soros’dan fonlanan Kavala olunca, biz hukukun üstünlüğünü savunuruz diyerek yeri göğü inleten, hep beraber yazılar yazan bu arkadaşlar, nedense o günlerde hukukun üstünlüğünü hatırlayamıyorlar. Gazetenin ikinci cumhuriyetçi yayın çizgisine karşı ne yeri ne göğü inletemiyorlar… Aslında bugün Cumhuriyet gazetesinin de CHP’nin de sorunu bu maskeli tavırlardır. Gerçek olmayan, samimi olmayan bu halleridir. Muhalefet diye toplumun önüne bu tipler çıkartılıyor ve haliyle etkileri de samimiyetleri ölçüsünde oluyor. Devam edelim…

Alev Coşkun, vakıf seçimlerinde yapılan bu hukuksuzluğu yargıya götürüp, mahkeme kararlarıyla ispat ettikten sonra vakıf yönetim toplantısı yargı kararı gereği tekrar ediliyor. Elbette yine çıkarlar ve dengeler üstünde bir yönetim kurulu oluşuyor…

Alev Coşkun’dan bana yazmam için davet geldiğinde; “Siz hukuksuzluk yapanlara karşı mücadele verdiniz. Uğur Mumcu gazeteciliğinden bir şey anlamıyorum diyen Aydın Engin gibi tiplerin elinden gazeteyi kurtardınız. Biz de tabii ki sizin arkanızda olacağız, mücadelenize destek vermek için yazacağız” dedim. O zaman bize şu söylendi: “Atatürk Cumhuriyet’e geri dönüyor.”, “Yayın çizgisi tekrar anti emperyalist, tam bağımsızlıkçı bir çizgi olacak”. Zaten Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazımda neden yazdığımı, tek tek sıraladım. Yani çizgiyi ben ilk yazıda çizdim. O yazı için tebrik telefonları ederken herhalde kimse şaka yaptığımı düşünmedi…

Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımıyla Türk milleti kavramını din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin vatandaşlık bağı ile ortaya koymuş. Ardından 10. Yıl Nutku’nda; “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek bunu bir kere daha pekiştirmiş. Millet kavramı bu kadar net olarak Mustafa Kemal Atatürk tarafından yapılmışken, etnik kimliği öne çıkartan siyaseti desteklemek. O siyaseti yapanı alkışlamak. Başına yargısal sorunlar geldiğinde, yargıdan doğan mağduriyeti vurgulamaktan öte bu çizgide siyaset yapanları kahramanlaştırmak; Atatürk’le, Atatürkçülükle bağdaşır mı? Bu çizgide siyaset yapanlara bakın, ağızlarından bir gün Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi böyle kalkınacak, şöyle sanayileşecek, tarım ve hayvancılık şu yolla canlanacak, insanlar iş bulacak, çalışacak, üretecek, para kazanacak, geleceğe güvenle bakacak diyeni, bir kalkınma projesi ortaya koyanı duydunuz mu? Varsa yoksa Öcalan ve PKK sempatisi, demokrasi ve insan hakları soslu bölünme siyaseti.

“Çizgi Nedir?” ve “Osman Kavala Olayı” başlıklı yazılarımda; “Hukukun üstünlüğünü savunmak, temel hak ve özgürlükleri korumak, evrensel değerlere sahip çıkmak ile emperyalizmin aparatı olduğunu 40 senedir Türk halkının kalbine sokanları savunur duruma düşmek arasında kalın bir çizgi var.” diyerek bir analiz yapmıştım. Yazıların ilk paragraflarına da adil yargılama hakkına herkes için “ama”sız sahip çıktığımı belirttim. Buna karşılık Cumhuriyet gazetesinin bazı yazarları, içeriğinde bolca hakaret olan 10-12 civarında yazı yazmış. “Mış” dedim çünkü hepsini dikkatli okumadım. Zira yazanlar içinde benim dikkat çektiğim konuya değinen, içeriğini tartışan, analiz yapan yoktu. Adeta suçüstü yapılan hırsız gibiydiler. Bağırıp, çağırıp, hakaret eden, gerçekten korkan yazılar yazmışlar. Bu sebeple ciddiyetle okunacak bir durum bulunmuyordu. Bu grubun içine, sosyal medya aracılığı ile eski Cumhuriyet gazetesi yönetiminde yer alan veya almayan ne kadar PKK açılımcısı, Apo hayranı, Soros foncusu, yetmez ama evetci, ikinci cumhuriyetçi varsa katıldı. Gazeteden yaptıkları hukuksuzluklar yargıda kesinleşince tekrar edilen seçim sonucunda ayrılan Can Dündar, Akın Atalay gibi kişilerle gazetede kalanların çizgileri ortaklaştı. Bu durumda gelen niye geldi, giden niye gitti, hangi çizgi değişti gibi bir soru sorulmaya başladı kamuoyunda. Hatta tartışmaya üstüne vazife olmayan bir CHP Genel Başkan Yardımcısı bile dahil oldu. Başından beri söylediğim bu. Bu Cumhuriyet gazetesi ve CHP, samimi olmayan, kuruluş ideolojilerinden tamamen kopmuş, dolayısıyla halktan da kopmuş birer yapı. Kısaca “açılımcı zihniyet”e teslim edilmiş. Kamuoyu, Cumhuriyet gazetesini geri aldık sıra CHP’de, diye düşünüyordu… Ama yaşananlar hiçbir yerin geri falan alınmadığını gösteriyor. Yazık, herkesin ağzında bir sabır kelimesidir gidiyor. Yapılara bakınca sabrederek ulaşılacak bir devrimci başarı olmadığı görülüyor. Zamanla herkes anlar.

Benim çizgim anti emperyalist, tam bağımsızlık çizgisidir. Bunlar lafla değil; duruşla, tercihlerle gösterilir. Uğur Mumcu; “Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği yadsıyarak solculuk yapma gafletine düşen bir sol, Türkiye’de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da… Türk milliyetçiliği Türk halkının alın terini yabancı çıkarlara karşı korumak demektir…” demişti. Alınması gereken tavır, olması gereken çizgi bu ve Atatürk’ün millet kavramına sıkı sıkıya sahip çıkmaktır. Etnik siyaset ve ona destek verenler farkında mı bilmem ama bu girişim millet kavramını çözer, etnik soğukluğu getirir, sonu yıllar süren istikrarsızlık ve bölünüp dağılmaktır. Bu sözleri dikkatlice not ediniz.

Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı Alev Coşkun’un sizinle özel bir görüşmesi oldu mu? Tavrı neydi? Gazete içinde yalnız mı kaldınız? Bir Cumhuriyet okuru kendi bloğunda şöyle bir yorum yazmış, aynen size okumak istiyorum: “Bartu Soral olayı maskeleri indirmekle kalmadı! İşgal günlerinde işgale ses çıkartmak bir yana oralı olmayanların bam teline basıldığında sergileyebilecekleri saldırganlığı ve düzeysizliği ortaya koydu. Üzücü olsa da bu gelişme bugüne dek gözümüzde büyüttüğümüz, yücelttiğimiz insanların gerçek değerini ortaya koymuş oldu. Görüş ayrılıkları ve farklı yaklaşımlar bir yana; hoşuna gitmeyen bir görüş, düşünce, yazı karşısında kırmızı görmüş boğaları aratmayanlarla birlikte yürümek benim aklımdan bile geçirebileceğim bir davranış biçimi değil.” Ne dersiniz bu yoruma?

Yorumu yazan bir paragrafta bütün olayı özetleyip, sonucu çıkartmış. Bizim uzun uzun anlatmamıza gerek bile kalmamış aslında. Zaten üstünde konuşmayı sürdürecek bir konu değil. Laf bir kere söylenir. Devam etmek beğenmediğin seviyeye inmek olur. O bizim çizgimize uymaz.

Bakın, Cumhuriyet gazetesinin yayın çizgisini GYY veya vakıf başkanı belirlemez. Yayın çizgisi, vakıf kuruluş senedinde açıkça yazar. Yoruma da açık değildir. Alev Coşkun’un dengeler üstünde idare-i maslahat yapmak durumunda kaldığını, söyleşinin başında tekrar edilen vakıf yönetim kurulu seçimini anlatırken söylemiştim. Gazeteye alınan yazarlar ve yayın çizgisi konusunda ağırlığını koymamış, hatalı davranmıştır. GYY için kırıcı bir söz söylemeyeyim, aldığı görevin ağırlığı altında çabalıyor.

Ben insanların ne söylediğine değil ne yaptığına bakarım. Vakıf başkanı ve yönetim kurulu ile yazılarım konusundaki ikili görüşmelerimiz bende saklıdır. Zaten sözler önemli de değildir. Asıl olan davranışlardır. Vakıf başkanı olarak Alev Coşkun’un Cumhuriyetçilere karşı bir sorumluluğu vardır, zira yönetim değişince “Atatürk Cumhuriyete geri dönüyor” denmiştir. Bizde sözlerin ağırlığı olur… Bakın hem yargının üstünlüğüne bağlıyız, deyip hem yargı kararı ile “terör örgütü propagandası yapmaktan” hüküm giyen Şebnem Korur Fincancı söyleşisi nedir? Hem de bu şahıs FETÖ tarafından kurgulanan Ergenekon davasına müdahil olmuş, dava büyütülsün, genişletilsin, demiş biriyken, hem de Ergenekon davasının çöktüğü hafta… İnsanların aklıyla alay mı ediyorsunuz Atatürk Cumhuriyete geri dönüyor derken? Açılım sürecinin başrol oyuncularından birisi, Soros’dan fonlandığını itiraf eden, Ergenekon davası genişletilmelidir çağrısına imza koyan Kavala gibi isimleri gazetede ön plana çıkarmak nedir? Öcalan’ın heykelini diken Demirtaş söyleşileri nedir? Ben bunu söyleyince bana hakaret etmek nedir? Hareket edenlerin hepsi yazmayı sürüyor. Demek ki bu vakfın yönetim kurulu başkanının da yönetiminin de bu söyleşilerle, yayınlarla ilgili bir sıkıntısı bulunmamaktadır. Öğürenlerden, kusanlardan memnundurlar.

Gazetede kim yanımda kim değil, samimi söylüyorum, hiç hesap etmedim. Elbette bu yayın çizgisi sürerken beni sürekli arayıp bu yayınlardan rahatsız olduklarını söyleyenler oldu. Ama bunlar beni hiç ilgilendirmedi. Öyle veya böyle kimsenin sözü benim çizgimi değiştirmez. Ben kendimden sorumluyum. Herkes kendine yakıştırdığını yapar ve o yaptığı için de yakışır. Bu değerli veya değersiz olduğu anlamına gelmez. Galiba bir önemli nokta da şu; beni bu gazete köşesi var etmedi. O sebeple köşe yazmak, yazmamak benim için değer verilecek, çizgimden fedakarlık etmemi gerektiren bir konu değil. Ben çizgiye bakarım. Adımın geçtiği yerde sorumluluğum vardır. O sorumluluk gereği, kamuoyunu aldatmaya giden bir eğilim görürsem, tartışma açarım. Ama hakaret etmem. Üç aylık yazar çizgi mi sorgularmış? Pardon? Çizgi sorgulamak için kaç aylık olunuyor? Nedir evrensel ay sınırlaması? Komik. Bunu söyleyen de Balyoz zulmüne uğradığı için sempati duyduğumuz bir asker. Bu sözlerini, mahallenin muhtarı gibi ortaya çıkışını neye bağlayalım? Burası Cumhuriyet gazetesi. Fikirlerin yazıldığı siyasi bir mecra. Boyalı basın değil. Çizgi, size söylenenin tam aksine gelişirse, önce uyarır, sonra yazarsın. Mesele, tartışmaya açılan konunun diğerlerinin kimyasını bu derece bozması oldu. Demek ki suçüstü yapmışım…

Bugün gelişmeler bu biçimde cereyan etmiştir. Yarın ise yeni bir gündür…

Gerek Cumhuriyet gazetesi gerek Cumhuriyet Halk Partisi’nde de gördüğümüz üzere Atatürk’ün kurduğu kurumların arkasına sığınarak Atatürkçü çizgiden uzak birtakım işler yapılıyor. Buna sahte muhalefet yaratmak diyebilir miyiz?

Tabii. Aslında şu anda baktığımızda Türkiye’de bir orta oyunu oynanıyor. CHP ne kadar Atatürkçü ise AKP de o kadar Atatürkçü, HDP de o kadar Atatürkçü, MHP de o kadar Atatürkçü. Yani siyasetin çizgisi aynı şu anda. CHP bugün HDP’lileşmiş; HDP’nin PKK bağlantısı ise kamuoyuna açık bir bilgi. Eşbaşkanların ağzında sürekli Öcalan… Terörist cenazelerine ziyaret… CHP milletvekilleri içinde de terörist cenazelerine gidenler var… CHP; genel başkanı ve genel başkanının kurduğu kadro ile HDP’lileşmiş durumda. Türkiye’nin yeni bir siyasi parti, yeni bir hareket ihtiyacı vardır. AKP, MHP, İYİ Parti, CHP, HDP’ye oy veren veya seçimde sandığa gitmeyen vatandaş gidişattan rahatsız. İnsanlar çalışmak, üretmek ve üretileni adil bir biçimde paylaşmak istiyor. Geleceğe güvenle bakmak, Ortadoğu ateşinden uzak olmak istiyor. Gündem bu. Genel başkanlar tek muktedir durumunda. Ülke gündeminden kopuk. Karagöz Hacivat kavgası yapıyorlar. Türkiye’nin önüne bu söylediğim siyasi oluşum dayanacak. Halk samimi, mert, gözü pek insanların mücadeleye açıkça girmesini bekliyor. Ayak sesleri duyuluyor. Zamanı geldiğinde ortaya çıkacaktır. Hem de sımsıkı gelen bir hareket. Önüne geleni gideni koyup sürükleyecek bir tsunami. Samimiyet, yurtseverlik, bilgi, gençlik, mücadele üstüne kurulu. Tertemiz ve Türk milletini temsil eden bir hareket. Türkiye Cumhuriyeti’nde üretilebilecek her ürün Türkiye Cumhuriyeti’nde üretilecektir diyen. Bizim tarımda da sanayide de yapacak çok şeyimiz var. Biz Atatürkçüyüz; 15 yılda dış borç almadan 47 fabrika kurarız, kurduğumuzdan kazandığımızı da ahlaklıca paylaşırız, diyen bir hareket. Üretilebilecek her şeyi yerli olarak, kendi ülkemizde üreteceğiz, küresel rekabette de var olacağız, diyen bir hareket. Kooperatifler eliyle, planlamayla bu işi becereceğiz, diyen ve işini bilen bir hareket.

Türk çiftçisi günümüzde tarıma küstürüldü ve Türkiye giderek tarımdan uzaklaşıyor. Tarım sektöründe nasıl bir iyileştirme sağlanabilir?

Tarım sektörünün iki önemli noktası var: Birincisi girdi desteği. Avrupa girdiği desteği açısından çiftçisine para yağdırıyor. Türkiye Cumhuriyeti ne yapıyor? Avrupa, milli gelirinin yaklaşık ortalama %2’sine yakın destek verirken Türkiye 2008’de milli gelirin %1’ine yakın destek vereceğiz ama bu desteği girdi desteği olarak değil doğrudan gelir desteği olarak vereceğiz, dedi. Bu büyük bir hataydı. Bu destek toprağın varsa toprağa verilir. %1 dendi ama yarım bile verilmedi. Tekrar ediyorum desteği girdi desteği olarak değil de doğrudan gelir desteği olarak veriyor. Toprağın varsa ek veya ekme ben sana bu parayı ödeyeceğim, diyor. Yani sen işe git ya da gitme ben sana maaş ödeyeceğim. Böyle olursa kim gider işe? Tarımdan soğutmanın birinci temeli budur. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ne Dünya Bankası tarafından tavsiye edildi. Türkiye de kabul etti. Kabul etmek zorunda değil. O tavsiye eder çünkü sen ne kadar ekmezsen onun için o kadar iyi; çünkü ondan alacaksın. Tohuma, mazota, gübreye destek vermezsen; tarım il müdürlüklerin buraya doğru teknoloji ile ilgili eğitimler vermezse; ağıllar bir hastalık merkezi halindeyse, her yıl 800 bin buzağı bakımsızlıktan, hastalıktan, ağılların kötü koşullarından dolayı ölüyorsa; ürün çıktığında piyasayı kontrol eden devlet kuruluşlarını -Toprak Mahsulleri Ofisi’nden başlayarak- özelleştiriyorsan, kapatıyorsan, çiftçinin çıktısını da kontrol etmiyorsan çiftçi zaten zorla ürettiği malı zararına perakende tekellerine kaptırıyorsa çiftçi haliyle bir süre sonra üretmekten vazgeçer. Avrupalı da bu vazgeçmeyi destekler, alkışlar ve hatta size bir de  ödül verir. Basın da sizi büyük Atatürkçü diye pazarlar. İşte batı tarafından zihin iğfali tam budur.

Türkiye’nin 239 bin kilometrekaresi tarım alanı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde mayınlı, dolayısıyla hiç ekilmemiş tahmini 10 bin kilometrekare verimli toprak bulunuyor. Ayrıca son 15 yılda çiftçi yaklaşık 27 bin kilometrekarelik toprak üstünde çiftçilik yapmayı bıraktı. Çünkü zarar ediyor. Toplam 37 bin kilometre kare. Verimli ve sulanabilir 40 bin kilometrekarelik tarım alanı sulanmıyor. Buna karşılık şehirleri dahil toplam 41 bin kilometrekare olan Hollanda’nın tarım ve hayvancılıkta 55 milyar dolar dış ticaret fazlası veriyor. Türkiye ise b u potansiyeli kullanmadığı için tarımda yıllık 7 milyar dolar dış ticaret açığı veriyor.

2002 yılında Türkiye’nin yüzde 37’si kırsal nüfustu, bugün yüzde 13’e geriledi. İşgücüne katılmayan, atıl kapasitemiz 28 milyon kişi. Yani Türkiye çalışmaya hazır 33 milyon vatandaşına istihdam sağlıyor, 28 milyon vatandaş ise atıl olarak evlerde, kahvelerde oturuyor. Tarım bu kadar geniş istihdam yaratabileceğimiz, hem de potansiyelimiz olan muhteşem bir sektör. Türkiye için bir numaralı acil çözüm konusu. Çiftçi Sendikasına göre 2014 yılında her 1 dakikada 5 çiftçi iflas etti. Köylerden büyükşehirlere göç etti.

1980’de 85 milyon olan canlı hayvan varlığımız 55 milyona geriledi. Neden? Verimlilikte yerli ırk bir, ithal ırk üç veriyor. Neden? Çünkü ithal ettiğimiz ülkeler seleksiyon yöntemi ile verimlilik çalışması yaptı, ırkları ıslah etti. Biz ise onlarınkini ithal ettik! Kendi ırkımızın verimliliğini arttıracak çalışmaları ciddi bir biçimde ele alacağız. Hayvancılıkta en önemli maliyet yem. Çözümü çeşitli; ilk sırada meralarımız var. 1960 yılında 287 bin kilometrekare olan mera alanları, bugün 146 bin metrekareye geriledi! Oysa mera hayvancılığına uygun bir coğrafyamız var. Meraları ıslah edip hayvancılığa kazandıracağız. Yem bitkileri için, doğru coğrafi ve mikro iklimler saptanarak, özel teşvikler getirilecek. Bunları yaptıkça maliyet düşer, hayvancılığın cazibesi artar.

Anadolu toprakları endemik tür açısından dünyanın en zenginlerinden. Ayrıca 4. buzul çağından geçmediği için genetik gelişimi ve bitki örtüsü ile benzersiz. Klimatolojik olarak dünyada 3 farklı iklim mevcutken Anadolu topraklarında 6 farklı iklim hüküm sürüyor. Yani ülkemizde yetişmeyecek hiçbir ürün yok. Topraklarımız kükürt ve bor açısından çok zengin olduğu için yetişen bitkiler insan sağlığı açısından paha biçilmez öneme sahip. Planlanır ve doğru politikalar uygulanırsa, dünyanın bir numaralı tarım markası haline gelecek bir potansiyel elimizin altında.

Özelleştirilen TİGEM, Devlet Üretme Çiftlikleri, YEMSAN, İGSAŞ, TZDK gibi kurumlar, modernize edilerek tekrar kamu kuruluşu haline getirilecek. Devlet çiftçi için yerli gübre ve tohum üretecek. Mazottan vergi alınmayacak.

Yazınızda Soros ve Açık Toplum Vakfı’ndan bahsetmiştiniz. Bunların geçmişte ne gibi faaliyetler yürüttükleri malum… Özellikle renkli devrimleri epey seviyorlar. Geçtiğimiz günlerde baş gösteren Sarı Yelekliler eylemlerinde de parmakları var mı sizce?

Bilmiyorum. Ben ne söylüyorsam belgem vardır. Belgem yoksa konuşmam. Fransa’daki konuda Soros’un etkisi var mıdır bilmiyorum. Ukrayna’dakini biliyorum çünkü o dönem Birleşmiş Milletlerde’ydim neler olduğunu birebir izleme fırsatım oldu. Soros’un yönetim kurulunda yer alan, oradan UNDP’ye yönetici olarak atanan Macar kökenli bazı kişilerin, mesela Kalman Mizsei, bir anda nasıl Ukrayna’da görevlendirildikleri ve Turuncu devrim sürecinde aldıkları rol, BM soruşturma komisyonu tarafından raporlaştırıldı. Ve o raporları okuma şansım oldu… Fransa konusunu ise bilmiyorum.

CHP sizce özüne yani Kemalist çizgiye dönebilecek mi?

Şu anda CHP tamamen etnik kimlik siyasetine dönüştürülmüş o açıdan da Atatürkçülükle ilgisi kalmamış, Atatürkçülüğe inanmayan ama onu bir pazarlama kelimesi olarak kullanan kişilerin yönetimini kuşattığı bir yer haline gelmiş. Türkiye’nin ihtiyacı; tam bağımsız, anti-emperyalist ve yerli üretimi destekleyen samimi, dürüst, tertemiz bir kadronun kurduğu siyasi partidir. Türkiye’nin bu samimiyete bu cesarete bu girişime bu politikaya ihtiyacı var. Bunun zamanlaması çok kritik.

Geçtiğimiz aylarda dolarda meydana gelen ciddi hareketlilikten bahsetmek istiyorum. Bir ekonomist olarak dolar ve Euro’daki hareketliliğe ilişkin nasıl bir politika izlenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Ortadoğu’nun vaziyeti ortada. Ortadoğu’da emperyalizmin ne yapmak istediğini canlı olarak izliyoruz; kafayı kuma gömmenin alemi yok. Ortadoğu’da bir inci gibi Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet parlıyor. Çünkü görece olarak kalkınmış ve etnik kimliklerin siyasetine girmemeyi bir zamana kadar becerebilmiş bir cumhuriyet. Ama sonra etnik kimlik siyaseti üzerinden ülkeyi bölme faaliyetleri başladı. Bunun edebiyat, sanat kısmı da var. Edebiyat, sanatta Soros fonları ve Osman Kavala oldukça hakimdir. HDP, PKK, FETÖ Amerika’nın aparatıdır. Maksat da Ortadoğu’da böldükleri ülkeler gibi Türkiye’yi de istikrarsızlaştırmak, bölmek, yıllarca sürecek bir istikrarsızlığın içine bırakmak. Böyle bir hedef var. “Buna karşı ne yapılacak?” sorusunun cevabında ise mevcut siyasi partiler çok zayıf ve yetersiz kaldılar.

Ekonomide üretmezseniz, üretim gücünüzü arttırmazsanız, dış ticaret fazlası vermezseniz, yani dış dünya ile ticaretten ötürü sürekli dış dünyaya borçlanırsanız dış finansman ihtiyacınız büyür. 2002’de 30-35 milyar dolar yıllık dış finansman ihtiyacı bugün 220 milyar dolara çıktı. Bunun 190 milyarı vadesi gelmiş olan dış borç. Dış borç almışsınız ama fabrika kurmadığınızdan o dış borcu ödeyebilecek üretim gücünüz yok. Bu yüzden o dış borcu ödeyebilmek için tekrar dışarıdan dış borç bulmanız lazım. Bizi bu noktaya kadar getiren kim? AKP hükümeti. Sen, seni bölmek için uğraşanlardan 220 milyar dolar borçlanıyorsun sonra da “bize karşı spekülatif ataklar var” diyorsun. Spekülatifi bırak, reel ataklar var. Adam seni bölüyor zaten. Bu kadar köprüye, yola, binaya, alt geçide yatırım yaparken; bunun için dış borç alırken ve bu yaptıklarının geri dönüşü olmayacağını; bu köprülerin yeni köprücükler üretmeyeceğini bilmiyor muydun?

Türkiye’nin petrokimya sanayisinde 8 senede yurt dışına ödediği ithalat miktarı yaklaşık 250 milyar dolar. Türkiye’nin bu parayı vermemek için 5 PETKİM büyüklüğünde petrokimya tesisine ihtiyacı var.  Bunun yaklaşık maliyeti de 20 milyar. Sizin yaptığınız Orhan Gazi, Avrasya, 3. köprünün toplam maliyeti 35 milyar. Yaptığın köprülerden yıllık 100 kişinin geçeceğini öngördün ama 30 kişi geçmiş. Demek ki buna ihtiyaç yokmuş ama petrokimyaya ihtiyacın varmış. O zaman suçu dışarıya atmanın manası yok, suçlu sensin.

Geçtiğimiz günlerde Bakan Albayrak, Enflasyonla Topyekün Mücadele programının başarılı olduğunu savundu. Sizce gerçek bir başarı sağlandığını söylemek mümkün mü?

Ciddiyet ile bağdaşan laflar değil. Mehmet Şimşek 2 yıl önce enflasyon için mevsimsel bunlar, demişti gıda sektöründe. Hayır mevsimsel değil; üretmiyoruz o yüzden. Üretmezsen, her şeyi dışarıdan almaya kalkarsan yurt dışından dolarla almak zorunda olduğun ve dolar da kendi paran olmadığı için dolar yükseldikçe yurt dışından aldığın malların fiyatı da yükseleceği için enflasyon ile karşılaşırsın. Potansiyelin varken üretmeyip yurt dışından dolarla aldığında başına gelecek budur.

Türkiye’de yapılan özelleştirmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Seksenlerde özelleştirme işi başladığında bize şu söylendi: “KİT’ler zarar ediyor. Bunlar halkın üzerine kambur. Kamburdan kurtuluyoruz. Zarar eden KİT’leri özel sektöre vereceğiz, kamburdan kurtulacağız.” Ama ne enteresandır ki hep kar edenler özelleştirildi. Eğer 10 kişilik personel ihtiyacı varken 100 kişi alırsan, fabrikanın işleyişi ile ilgili yenileme yatırımlarını yapmazsan, burayı atıl bırakırsan zarar etmeye başlar. Kamu kuruluşlarını işletenler de Türkler özel sektörü de. Özel sektör nasıl karlı işletiyor ise kamu da aynı şekilde karlı işletebilir. Madem kapitalizme bu kadar inancınız var kapitalizmin özü de rekabet. Kamu da fabrikası ile bir sektörde var olsun özel de fabrikası ile var olsun, rekabet etsinler. Bunu neden istemiyorsunuz? Çünkü piyasada ne kadar tekel olursan o kadar güzel piyasayı dolandırma fırsatın oluyor da o yüzden.

Türkiye’nin şu an bir kriz dönemi yaşadığını söyleyebilir miyiz?

Tabii. Krizden anlayacağımız şey öncelikle şu: İnsanların yaşam seviyeleri, alım güçleri, refahları, mutlulukları artıyor mu azalıyor mu? Toplumun geneli mutsuzsa, tedirginse, öfkeliyse, hırçınsa kriz var demektir. Kalkınma diye bahsettiğimiz bu. Herkes büyümeden, kişi başına düşen milli gelirden bahsediyor. 4 kişiyiz bende 100 lira var, diğer 3 kişide 1 lira. Toplam 104 lira. Bunu 4’e böl, kişi başı milli gelir 26 lira. Halbuki sen isyan ediyorsun; ne 26’sı bende 1 lira var. Milli gelirin artışından çok, nasıl paylaşıldığı önemli. Biz bunu adil biçimde paylaşıyor muyuz? Ben sermayedarım 3 lira koyup bir yer kurdum. Sene sonunda 10 liram oldu. 7 liralık kârım var. İşçilere de ücretini dağıttım ama çok işçi olduğu için işçi ücretlerini kısıtlayabildim; seni atarım ötekini alırım dışarıda bekleyen 10 tane adam var. Devlet 7 liralık artı değerin 3,5 lirasına el koyup topluma bunu sosyal devlet hizmeti olarak dağıtmıyorsa orada adaletsizlik var demektir. İşte bizde de dünyada da böylesi bir mutsuzluk var. Çünkü küreselleşme ve neo-liberal düzenle birlikte finansal zenginlikleri büyüttü ve bunlar vergilendirilmedi doğru düzgün. Ne diyordu neo-liberal ekonomi? “devlet yok, kural yok, kontrol yok”. Bunun sonucunda da gelir dağılımında meydana gelen bozulmadan doğan büyük bir mutsuzluk var. Bu sadece bizde değil tüm dünyada var. Devlet kural koymasın, vergilendirmesin isteniyor.

Türkiye’de de büyük bir kriz var çünkü işsizlik çok fazla. Çalışmaya hazır insan sayısı 61 milyon, istihdam edilen kişi sayısı 33 milyon. 28 milyon kişi atıl durumda. Yani yüzde 11-12 işsizlik denilen şey aslında atıl kapasiteyi göstermiyor. 28 milyon çalışmaya hazır insan var. Çalışan 33 milyona baktığımızda ise adaletsiz bir gelir dağılımı var.

Şimdi emperyalizm korkuyor. Arada görüyoruz, ultranationalist falan diyorlar. Neden? Çünkü Türkiye’de bankacılığın %60’ı yabancıların elinde, Türkiye’deki şirketlerin pek çoğu yabancıların elinde, Türkiye’deki sermayedarlar bile büyük yabancı firmaların taşeronu halinde, kendi markasına ve kendi yerli üretimine sahip değil. Kati Piri’nin, Almanların korktuğu şu: Ya buraya gerçekten cumhuriyetçi, Atatürkçü, yerli ve milli bir iktidar gelirse… Tam bağımsız, anti-emperyalist bir ekonomik sistem kurarlarsa… Bizi buradan tasfiye edip kendileri üretmeye başlarsa… Hem de bunu iyi yapıp bize satmaya başlarlarsa… Bütün oyun bozulur. Bütün korkuları bu. Onun için en ufak bir kıpırdanma olduğunda bütün güçleriyle saldırıyorlar.

Dünyada bir neo-liberalizm modası hakim. Bunun sonucu ne olacak?

Dünyaya buradan pay biçebilmek zor. Beni kendi ülkem ilgilendiriyor. 2017’de dış ticaret hacmi 74 trilyon dolar olmuş. Yani üretilen ve el değiştiren mal miktarının değeri 74 trilyon. Buna karşılık finansal işlemlerden elde edilen 1.27 katrilyon var. Yani üretimin 15-20 misli finansal işlem hacmi var. Neo-liberalizm; üretimden değil, finansal işlemlerden para kazanılmasıdır. Bu kadar işlem yapıldı, kâr edildi. Peki nereye gitti bu kârlar? Finansal işlemler yapıp parasını büyüten kimlerse, kaç aile ise onlara ve onlara hizmet eden profesyonellere gitti. Bu işlemleri yapan banka genel müdürlerine yıllık kar pirimi olarak 50-60 milyon dolar dağıtıldı. Bu finansal sermaye artık politikacıları da denetliyor, onları değiştiriyor, kendi istediği adamı getiriyor. Macron örneği…  Macron kim? Rothschild ailesinin bankasında yöneticilik yapmış olan birisi.

Ben Türkiye’nin bu düzenekte kendine nasıl bir rol alacağı konusu ile ilgilenmeliyim. Örneğin Çin emperyalizmin neo-liberal küreselleşme bölümünde burayı iyi kullandı. Madem sınırlar yok üretip satayım, dedi. Önce üretmeye başladı sonra üretimde kaliteyi arttırdı sonra da teknolojiyi ve verimliliği arttırdı.

Baktığımızda medya tamamen düzenin medyası olmuş durumda ama küreselleşmenin sunduğu alternatiflerde var. Televizyon kanallarının reytingleri yerlerde artık. Youtube var. Nasıl küreselleşmenin yarattığı yıkıcılıktan Çin yaratıcı bir yer bulduysa bizler de yaratıcı yerleri bulabiliriz. Alternatif medyadan faydalanabiliriz.

Türkiye’de ciddi bir işsizlik oranı var. Bununla nasıl baş edilebilir?

Türkiye, Avrupa’ya özeniyor ve tarım nüfusunu her geçen gün azaltıyor. Tarım açısından Türkiye’nin atıl toprağı çok fazla. Atıl potansiyeli de çok fazla. Atıl nüfusu da çok fazla. Türkiye henüz bu atıl nüfusa istihdam sağlayabilecek sanayileşmeyi kuramaz. Bu gerçekçi değil. Türkiye için gerçekçi olan; atıl nüfus var, bu nüfusu kaldırabilecek atıl tarım potansiyeli var. Bu nüfusu tarımla buluşturmak zorundayız. Tarımı yeniden planlayıp, planlı bir şekilde tarımsal üretimi arttırmak mecburiyetindeyiz.“size kuantum fiziği diyorum, uzay madenciliği diyorum, endüstri 4 diyorum” yalanlarına kapılmayın. Önce yerdeki madenciliği halledelim, uzay sonra; endüstri 4 bizim işimiz değil şu an. Biz önce tarımı canlandırmak durumundayız. Bu gerçeklerden kimse bahsetmiyor. Atatürk’ten de kimse bahsetmiyor. Atatürk nedir? Atatürk 1923’te cumhuriyeti kuran, 1923 ile 1938 arasında Osmanlı’dan alınan borcu ödeyen, o imkansızlıklarda 47 tane fabrika kuran, o yoklukta demiryolu ağını ören zihniyettir. Atatürk toprak var burayı işleyeceğiz, diyor. Toprak reformuna ihtiyacımız var, diyor. Atatürk bugün nedir, diye soracak olursak; vatandaşına önce istihdam sağlayan, vatandaşını önce üretici yapandır.

Halkbank, Vakıfbank ve tarıma destek için kurulmuş olan Ziraat Bankası konutta faiz %0,98’e kadar indirdi. Bu teşvik neden? Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Ziraat Bankası, tarımı desteklemesi amacıyla kurulmuş bir banka. Halkbank, KOBİ’lerin ve küçük işletmelerin finansman ihtiyacını desteklemek amacıyla kurulmuş bir banka. Tarımın hala desteğe ihtiyacı var mı? Var. Ziraat Bankası’nın kuruluş amacı tarımı büyütmekti. Aydın Doğan’ın basın kuruluşu el değiştirsin diye kredi sağlaması amacıyla kurmadık. Patlamış olan inşaat sektöründeki inşaatçılar batmasın, kazandıkları kazançlar üzerine yeni kazançlar eklesinler, onlara yardım edelim diye de kurulmadık. Ziraat Bankası’nın ve orada çalışanların uzmanlığı tarım kredileri. Ama bu bırakıldı ve tarım öldürüldü. Türkiye, bu ekonomik sistemiyle çok büyük zorluklar yaşayacak. Dışa bağımlılığı çok arttı. Dışarısı da diyecek ki; cebime bunları koydum şimdi senden Kıbrıs’ı, Güneydoğu’yu istiyorum. Bunları cebinden tek tek çıkartacak ve önümüze koyacak.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin askıya alınmak istendiği dönem Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girip girmemesi epey tartışılmıştı. Ekonomik işbirliği örgütleri hakkında genel olarak yorumunuz nedir?

60 yıldır Avrupa Birliği’nin kapısındayız. Türkiye 50 yıl boyunca Avrupa Birliği’nin kalkınma projesi olduğu inancıyla gitti. Son 10 yılda Avrupa Birliği dış ticaret açığımıza baktım 180 milyar dolar. 10 senede Avrupa Birliği ülkeleriyle dış ticarette 180 milyar dolar açık vermişiz. Kim faydalanmış bu dış ticaret ortaklığından? Avrupa Birliği.

Şangay İşbirliği Örgütü’ne girdiğimizi düşünelim. Son 10 senede Çin ile dış ticaretimizde durum ne? 181 milyar dolar dış ticaret açığı vermişiz. Demek ki konu oradan kalkıp buraya oturmak değil. Çünkü oraya da girsen buraya da girsen, kendin üretmezsen “pazar” olursun. Konu burada hangi pazara dahil olduğun değil; kendi kalkınma planının olup olmaması, senin ihtiyaç duyduğun ve üretme potansiyelin olan sektörlerde üretip üretmediğin. Türkiye her alanda üretmeyi bilen, beceren bir ülke. Onun için bizim oraya buraya girmemiz şart değil; ancak benim çok önemli gördüğüm bir yer var. Nedense biz 50 yıldır Avrupa Birliği ve Avrupa ülkelerinden konuşuyoruz; çünkü zihnimizi Avrupa işgal etmiş. Türk cumhuriyetlerinden hiç bahsetmiyoruz. Ben Özbekistan’da oturdum bir dönem. Kazakistan’da, Azerbaycan’da, Türkmenistan’da araştırma yaptım. Sadece akademik araştırma değil, reel olarak orada yaşadım. Potansiyeli müthiş. Doğalgaz ve petrol konusunda zenginler. Devlet kurmak, yönetmek, sürdürmek ve yeni iş birlikleri yapmak konusunda Türkiye’ye karşı çok isteklilerdi. Güvenleri kırıldı ama kazanılabilir. Burada bu kadar din, dil, ırk birlikteliğimiz olan; Türkçe konuşabildiğimiz ülkeler. Bu kadar yakınlığım, birlikteliğim olan doğalgaz, petrol ve doğal kaynak zengini ülkelere hiç bakmıyorum; aklım fikrim Avrupa Birliği’nde, “Amerika ne diyecek”te. Amerika PKK’ya silah veriyor ben hala Amerika stratejik ortağım diye Amerika hayranıyım. Çin, İpek Yolu projesi uyguluyor ve büyüme rakamlarına baktığımızda son 10 yılda neredeyse büyümesini 3 katı büyütmüş; Avrupa ise küçülmüş. O zaman biz neden Avrupa ile ilgileniyoruz. Tekrar ediyorum; konu şu birliğe ya da bu birliğe girmekle alakalı değil. Ekonomi diye bahsettiğimiz şey piyasanın mutluluğu değildir; insanın mutluluğudur. Vatandaş borçlu, geçinemiyor. Yolda her gün 2 buçuk saat geçirirsen mutsuz olursun. Bunun karşılığında da eline 2500-3000 lira geçiyorsa ev kirası da 1500-2000 lira ise tabii mutsuz olursun. Bizim uğraşmamız gereken konu bu. Böyle bir dünya Türkiye için mümkün çünkü potansiyelim çok fazla. Sağıma bakıyorum; Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Rusya. Burada pek çok iş birliği imkanı var. Avrupa ile iş birliği yapmayalım demiyorum ama önce benim çıkarımı gözeten hangi iş birlikleri kurabiliriz bunu düşünmeliyiz.

Yabancı sermayeye bakış açınız nedir?

Yabancı sermaye için şöyle bir örnek verebiliriz: Yabancı sermaye sahibi olarak paran var ve kazanmak istiyorsun. Benim de fabrika kurmak için yaptığım kalkınma planı kapsamında fabrika kurmak için paraya ihtiyacım var. O zaman seninle bir anlaşma yapalım. Sen gel bu fabrikaya para koy. Ne kadar faizle vereceksin bu parayı? %10. Devlet garantisi vereyim %5 ile ver. Ben borsada oynayacağım, dersen olmaz. Tüketime vereyim borçlanın benden, dersen, olmaz.

Tamamen devletin üretim politikalarıyla ilgili bir bu konu. Talan etmesi için kapıyı açarsam gelir, talan eder. Fabrikalarımı istihdama, üretime, teknoloji geliştirmeye yönlendireceğim sen de faizini alacaksın, derse kabul. Bizdeki durum farklı. Bizdeki ekonomi politikaları ve bu politikayı belirleyen hükümetler yerli üreticiyi yüceltecek ve güçlendirecek biçimde konumlanmadığından yerli üretici ve yerli sermaye sahipleri, iş adamları yurtdışının taşeronu olmak zorunda kaldılar yaşamlarını sürdürebilmek için ve doğal olarak da öyle bir noktaya geldiler ki yabancı sermaye buradaki kaynaklara da sahip oldu. Yani geçmişte kurtulmak istediğimiz noktaya başka bir şekilde geldik oturduk. Yabancı sermayeye karşı değilim; benim ülkemin, ulusumun çıkarına bir ortaklıksa ben varım. Karşı taraf bu çıkarı azaltmak isterler mi? Evet ister. Dünyadaki üretilen üretim bir pastadır. Herkes o pastadan daha büyük pay almak istiyor ve bunun için çeşitli numaralar yapıyor. Bu doğal çünkü satranç oynuyoruz ve seni yenmek istiyor. Bu oyunu oynamayı bileceksin, onlar kadar zeki düşünebileceksin ve vatanının, milletinin çıkarını öne alacaksın. Nasıl pasta dilimimi arttırırım? Teknoloji, bilim, ortaklıklar…

Kayıt dışı ekonominin önüne nasıl geçilebilir?

Aslında hiç zor değil. Kanada örneği üzerinden anlatayım bunu. Sen bankaya gittin 1000 doların var, hesap açacaksın. Sana diyorlar ki “Nerden buldun parayı?” Oranın vatandaşı olduğun anda gelirini ve giderini beyan etmekle mükellefsin. Etmezsen, kaçırırsan diye bir şey yok. Bankayı da kontrol ediyorlar, kaçma şansın yok.

Kayıt dışı ekonomi deyince herkesin aklına küçük esnaf geliyor. Fişsiz kestane satan kestaneci akla geliyor. Benim bahsettiğim; para kaçakçıları, esrar kaçakçıları, vergi kaçakçıları. Eğer istersen bunların hepsini kontrol altına alabilirsin, bu hiç zor değil. Sadece bir kanuni düzenleme gerekiyor. Türkiye borsasında bir yabancı elde ettiği kara vergi ödemiyor. Bu olmaz. Sen eğer bu kazançları vergilendirmezsen, finansal gelirleri vergilendirmezsen onun yerine dolaylı vergiler -peynir, ekmek, süt, benzin, iletişim, mazot, elektrik, ısınma, doğalgaz- ile vatandaştan toplamaya kalkarsan insanlar isyan eder. İnsanların alım gücünü arttırmanın iki yöntemi var: Birincisi; maaşını arttırmak. İkincisi; vatandaşın tüketiminden aldığın vergiyi düşürmek. Çünkü dolaylı vergi dediğimiz şey ekmek. Ekmeğe Sabancı da aynı vergiyi ödüyor sen de ben de. Sabancı bir günde 1 milyon ekmek yemiyor ama kazancı benimki ile aynı değil. O zaman asıl kazançların vergilendirilmesi lazım ve dolaylı verginin azaltılması lazım ki daha adil bir gelir dağılımı gelsin, alım gücü artsın. Piyasadaki canlılığı sağlamak ve hane halkı borçlarının dönmesini, krize girmemesini sağlamanın yolu vatandaşın alım gücünü arttırmak. Hem asgari ücretin artışı ile gelirinin artması hem de toplanan verginin indirilmesi. Gelirin artıp ödediğin vergi azalınca alım gücün yükseliyor. Aynı zamanda bankadan borçlanmayı da kısıtlarsan alım gücü artıyor böylece vatandaş içerdeki üretimi tüketebilecek bir alım gücüne sahip oluyor. Halkın alım gücünü yükseltmeye mecbursun. Doğru vergilendirmede kaçaklardan elde edilen paranın, kayıt dışının önüne geçilebilir.

RÖPORTAJ: Beyza ÇALDIR

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir