14 MAYIS SEÇİMLERİNE DOĞRU AHVAL ve ŞERAİT
“Demokrasilerde” siyaset kurumunun toplumla olan ilişkisindeki ana hedeflerinden birisinin toplumsal uzlaşıya katkı sunmak olduğu aşikârdır. Siyaset kurumu, bu husustaki katkısını toplumsal bölünmelerin, ayrışmaların ve çatışmaların çözümüne yönelik uzlaştırıcı bir anlayışı benimseyerek gerçekleştirir. Seçim sonucunda kazanan ve iktidar olan siyasal partinin/liderin dayandığı toplumsal katmanları, kültürel grupları temsil etmek için hazırladığı programı uygulama eğiliminde olması doğaldır. Ancak, programını toplumdaki bölünmeleri derinleştirecek, kültürel kutuplaşmaları sağlamlaştıracak bir yoldan uygulamaya koyması, demokrasinin özüne aykırıdır. Çünkü modern demokrasinin temelleri, toplumsal çatışmadan daha çok toplumsal uzlaşmaya dayanmaktadır. Bu temelleri yerinden oynatan birtakım altüst oluşların yaşandığı bazı toplumlarda, siyaset kurumunun uzlaştırıcı işlev üstlenmesi çoğu zaman kolay değildir.
Epey bir zamandır Türk toplumunun yaşadığı altüst oluşların, uzlaşmadan ziyade kutuplaşmayı önceleyen siyaseti kazandırdığı söylenebilir. Bu altüst oluşların son noktasının 2017 yılında yaşanan büyük değişim -Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş- olduğu açıktır. Demokrasilerde büyük değişimlerin yurttaşların ekseriyetinin onayına dayanması gerektiği izahtan varestedir. Ancak yeni hükümet sistemine geçişin oylandığı halkoylaması, seçmenleri ortadan ikiye böldü. Çok küçük bir oy farkıyla yeni sisteme geçilmesi, toplumun üzerinde uzlaşı sağlamadığı bir hükümet sistemi altında yaşaması sonucunu getirdi. Yurttaşların sistem değişikliği hakkında uzlaşısını sağlayamayan halkoylaması sonrasında da yeni hükümet sistemi, toplumun tam ortadan ikiye bölünmesi yönünde işlev üstlendi.
Bu değişikliğe paralel olarak siyaset kurumu, toplumsal bölünmeleri iki ana kutup şeklindeki bir ayrışmaya indirgedi. Seçilme koşulu, yani oyların yarısından fazlasını kazanma koşulu, toplumun gündelik yaşamının yeni türde bir siyasallaşma (ideolojisizleşmeye dayanan niteliksiz siyasallaşma) tarafından “ele geçirilmesine” yol açtı. Bu öylesine niteliksiz bir siyasallaşma ki zorunlu olarak çarpıtmayla, yalanla, inkarla işlemekte. Çünkü her koşulda yurttaşları belirli bir kutbu savunmaya zorlayan ve bir kutupta yer almayı reddedenleri damgalayan bir siyasallaşmadır. Her koşulda savunmak veya damgalamak, muhakkak çarpıtarak, yalan söyleyerek ve inkâr ederek mümkündür. Bazen hatta son zamanlarda sıklıkla “bu da olmaz artık” denilecek açıklamaların, ifadelerin ağırlıklı yer kapladığı alan sadece siyaset değildir ama bizzat toplumun kendisidir. Bu açıklamaları veya ifadeleri “cehaletle” izah etmenin yolu yoktur. Bir kutbun içine yerleşik yaşayan kişinin yani her koşulda o kutbun savunusunu yapmak zorunluluğunu duyan kişinin gerçeğe bağlı kalması imkânsız değilse bile çok zordur.
Türk toplumunun ve siyasetinin yapısı, özünde ikiye bölünmeye uygun olmaktan ziyade zengin bir çeşitliliği içermektedir. Türk toplumunun iktidar ve ana muhalefet şeklinde ikili siyasal yapılanmalara yön verdiği zamanlar olmuştur, ama ağırlıklı olarak siyaseti zengin bir çeşitliliğin alanı olarak kurmuştur. Oyların yarısından bir fazlasını alanın seçim kazanabileceği yeni sistem, toplumu bütünleşmeden ziyade ayrışmaya yönlendirmektedir. Bu ayrışma ikiye bölünmek anlamına gelmektedir. Halbuki ne çıkarları ne de eğilimleri açısından bu toplumun ortadan ikiye bölünmesinin koşulları yoktu(r). İttifak kurmayı gerektirecek siyasal/ideolojik ortaklıkları olmayanların aynı kutba yerleşmeye zorlandığı bu süreçte, birbirinden çok farklı toplumsal ve kültürel gruplar aynı cephede toplanmakta ve cephenin dışında kalanları “karşı kamp” olarak kodlamaktadır.
Birbirine benzemeyenlerin ittifakını gerektirdiği için bu yapının “demokrasi” kültürüne katkı sunduğunu düşünenler olabilir. Ancak sözü edilen ittifakların toplumsal bütünleşme için sağlıklı olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Parti elitlerinin başka çare olmadığı gerekçesiyle attıkları adımlar, seçmenin kabullenmek zorunda kaldığı adımlardır. İçine sinmediği halde parti elitlerinin istediği davranışı sergileyen seçmenin yapay birleşmelere itiraz etmemesi/edememesi bazı istenmedik sonuçlar yaratabilir. Dolayısıyla, bu birleşmelerin toplumsal bütünleşmeye katkı sunacak sağlıklı birleşmeler olmaktan çok yapay birleşmeler olduğu söylenebilir.
Seçilme koşulundan dolayı gerçekleşen bu yapay birleşmelerin getirdiği ağır sonuçlardan birisi toplumda araçsal aklın veya stratejik davranışın gün geçtikçe daha çok yerleşmesidir. “Asıl olan neticedir” anlayışı, sadece parti elitlerinin her koşulda kendi “ilkelerini” bir kenara atmalarına yol açmıyor ama bizzat gündelik toplumsal yaşamda insanların her koşulda hayat anlayışlarına karşı olan adımları atmalarına yol açıyor. Bu türden bir araçsallığın toplum halinde yaşamanın gerektirdiği değer-yönelimli davranışları ikincilleştirme riski yüksektir. Seçim sisteminin zorlamasından ötürü netice almak için iki kutuptan birine yerleşmenin dışında alternatif görmeyen insanların sayısının artması, bir şekilde toplumu ikiye bölüyor. Bölünme toplulukçu kimliği sağlamlaştırıyor ve her koşulda kendi topluluğunu savunmak ve diğerini damgalamak yükümlülüğü muhakkak toplumun işleyişinde ciddi bozulmalara neden oluyor.
Kutuplaşma damgalamayı devreye soktuğundan, siyaset kurumu daha önce olmadığı kadar kimlik siyasetine yer açıyor, ayrıcalıklı pozisyona kültürel kimliği yerleştiriyor. Hali hazırda çok eskiden beri seçim sonuçlarını etkilemede fevkalade önemli pozisyona sahip olan kültürel ayrışmalar bu defa diğer bütün faktörlerden öne çekiliyor. Dinsel ve etnik kimliklerin özcüleştirildiği, bu kimliklerin vekil listelerinin belirlenmesinde etkin rol oynadığı açıkça ortada. Her iki kampın yoksullarının kültürel kimlik üzerinden karşı karşıya getirildiği bu seçim oyununda “cumhuriyetin yurttaşının” önemsenmediği açıkça görülüyor. Bir biçimde her iki kamptakilerin siyaset yapıcıları, Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı anlayışına ve idealine uzak duruşlarıyla kendilerini konumluyorlar.
Siyasal partilerin çoğunluğunun açıkça kimlik siyaseti yaptığı, yurttaşlığa ve cumhuriyete güçlü atıfta bulunulmadığı, kültürel kimliklere öncelik tanıyan politikaların gündemi belirlediği bir seçime gidiyoruz. Seçim sisteminden ötürü siyaset arenası, ilkesel hedeflerden ziyade stratejik hedefleri öne çıkaran partilerin şekillendirdiği bir arenaya dönüşüyor. Başkanlık sisteminden dolayı “her ne olursa olsun kazanalım, ötesi mühim değil” şeklinde özetlenebilecek bir araçsal aklın hâkim olduğu açıkça görünüyor. Türk toplumunun yapısındaki çeşitliliğin siyasal sahada zenginliğe temel oluşturduğu ve bu nedenle seçmenlerin yarısından bir fazlasının oyunu gerektiren başkanlık rejiminin bu yapıya uygun olmadığı açıkça netleşiyor. Buradaki kilit konulardan birisi ise her tür “kimliğe” ve her türden gruba hassasiyet duyan siyasal partilerin bir kimliği ve grubu dikkate alma gereği duymuyor oluşudur. Kemalist, cumhuriyetçi, Atatürk ilkelerine bağlı yurttaşların hassasiyetleri önemsenmiyor. Bu seçmen grubu da, sistemden dolayı, ağırlıklı olarak mevcut iktidarı değiştirme hedefini benimsediğinden, hassasiyetlerinin önemsenmemesinden rahatsızlık duymuyor. Sonuç olarak; Yeniden Cumhuriyet inşasının gerekliliğine inananların etki ettiği, yönlendirdiği bir seçime değil, sistem değişikliğini veya sistemin kalıcı olmasını hedefleyenlerin “ne olursa olsun kazanalım, ötesi mühim değil” anlayışlarının çarpıştığı bir seçime gidiyoruz.
Similar Posts:
- TAMAMLANMAMIŞ KEMALİST DEVRİM
- KEMALİZM’İN YANLIŞ YORUMLARI ÜZERİNE
- Prof. Dr. İbrahim Kaya Yazdı: “Laikliği Yeniden Düşünmek”
- “YERLİ VE MİLLİ FAŞİZM”
- LAİKLİK NİÇİN YAŞAMSALDIR?