İbrahim Kaya

Prof. Dr. İbrahim Kaya Yazdı: “Laikliği Yeniden Düşünmek”

Prof. Dr. İbrahim Kaya

Laikliği Yeniden Düşünmek

Laikleşme, yüzlerce yıl alan bir mücadele sürecidir. Charles Taylor, Batı’nın bu süreci aşağı yukarı beş yüz yılda olgunlaştırdığını ifade etmektedir. Beş yüz yıl önceki tanrı-merkezli toplumdan tanrının merkezde yer almadığı hatta çoğu durumda kendisine atıfta bulunulmadığı bir topluma geçiş, muhakkak sancılarla dolu bir süreci gerektirdi. Bu süreç, üç ana hedefe ulaşmanın süreci oldu. Hedeflerden birincisi, kurumsal olarak dinin farklılaşmasını ve kendi sınırlarına çekilmesini sağlama hedefiydi. Dinin diğer kurumlar üzerindeki nüfuzunun kırılması süreci olarak değerlendirmemiz gereken bu hedefin Hıristiyan Dünyadaki gerçekleştirilme süreci, kiliseyle açık bir savaşı gerektirdi. Dinin toplumun işleyişi üzerindeki hakimiyetine son vermek için, kilisenin siyasi ve ekonomik güçleri sınırlanmak zorundaydı. Bu sınırlama sürecinde, bildiğimiz üzere az kan akmadı. Yani laikliğin kurulması zoru gerektirdi.

İkinci hedef, bireyleşmenin başarılması hedefiydi. Dini kurumsal yapılanmalar, hiyerarşik yapılanmalardır. Tepeden aşağıya emirlerle işleyen bu yapıların gücünün kırılması gerçekleşmeden, bireyin ortaya çıkması mümkün değildir. Bireyleşme deneyiminin demokrasinin temellerinden olması kuşkusuz manidardır. Demokrasi, kolektivist yapılanmalardaki hiyerarşik örgütlenmelerin en tepesindeki hükmedicilerin inisiyatifine değil, özgür bireylerin tercihlerine göre işleyen bir yönetim modelidir. Laiklik ve demokrasi arasındaki sarsılmaz ilişkinin temellerinden olan bireyleşme süreci, geleneksel-dinsel örgütlenmelerin zayıflaması şartına bağlıdır. Bu şart gerçekleşmeden toplumda özerk bireylerin ortaya çıkması ve demokratik tartışmaya katılması mümkün değildir. Özerk bireyin ortaya çıkmasında, dinsel inanç meselesinin bireyselleşmesi çok temel bir şarttır, çünkü aksi halde yol göstericinin, aracılık edenin gücü, bireyleşmeye izin vermeyecektir. Dolayısıyla, laikleşme önemli ölçüde bireyleşmeyi yönlendiren süreçtir ama kendisinin kurumsallaşması da önemli ölçüde bireyleşmeye dayanır.

Üçüncü hedef ise; dini liderliğin toplumsal yaşamın işleyişinde ve örgütlenmesinde şekillendirici, yönlendirici gücünün zayıflaması hedefidir. Taylor’ın tanrının merkezde yer almadığı toplum olarak nitelediği modern toplumda, dinsel yakınlıklar veya uzaklıklar istihdamda, adalette, tabakalaşma sisteminde bir ağırlığa sahip olmazlar. Üretimin, ticaretin, bölüşümün temelleri laik kurallara, laik hukukun evrensel ilkelerine ve esaslarına göre şekillenir. Ulus-devlet modeliyle yönetilen modern toplumun üyelerinin ortaklıkları, yaygınlaşmış laik eğitimden geçmekle sağlanır. Bu ortaklıklar üzerinde yükselen uzlaşının bozulmasına izin vermeyecek tarzda örgütlenen modern toplumun kurumları laik demokrasiyi korumakla yükümlendirilir. Çünkü bu koruma, toplumun ortaklıkları üzerinde yükselen uzlaşının korunmasıdır.

Türk Laikleşmesi

Şimdi gelelim bize! Türkiye’deki laikleşme sürecinin yukarıda sözünü ettiğimiz üç hedefi ne oranda gerçekleştirdiği sorusu önemli bir sorudur. Kökleri Osmanlı’nın son döneminde bulunsa da, esas itibariyle 1920’lerin başından itibaren hayata geçirilen Türk laikleşmesi, halifeliği lağvederek Cumhuriyet Yönetiminin laik bir yönetim olduğunu/olacağını sarsılmaz biçimde ilan etmişti. Kurumsal olarak dinin farklılaşmasının ve kendi sınırlarına çekilmesinin hedeflendiği açıktır. Tabii burada laikliğin özü itibariyle Hıristiyan toplumlara ait bir durum olduğu tartışmasını açmak isteyenler olacaktır. Diğer bir ifadeyle, Hıristiyanlığın en başından itibaren yapısal olarak dini olanla dini olmayanı ayırdığı, kurumsal anlamda dine ait olan bir alanın bulunduğu ve bu özelliklerini düalist yapısından aldığı iddia edilerek aynı sürecin Müslüman toplumlarda gerçekleşmesinin olanaksız olduğu öne sürülebilir. Laikliği başarmak için kilisenin üstüne gitmek, yani dinin temsilcisi olan ruhban sınıfın ayrıcalıklarına karşı savaşmak temel yoldur. Ancak, İslam’da böylesine bir kurumsal yapılanma olmadığı yani dinsel olanı diğer alanlardan ayrı, farklı kılan bir niteliğin bulunmadığı ve dolayısıyla laikliğin inşasının olanaksız olduğu vurgulanabilir.

Tam bu noktada laikliğin gerçekleşmesi için kiliseye karşı verilen mücadelenin Müslüman toplumda neye/kime karşı verileceği sorusu, önemli bir mesele olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrı bir kurumsal yapılanması olmadığından, dini liderliğin, hiyerarşik örgütlenmenin bizzat toplum içinde konumlanmış olması, laiklik mücadelesinin doğrudan topluma karşı yapılması zorunluluğunu doğurduğu söylenebilir. Çözüm nedir? Kemalist modernleşmenin çözümünün şu ana kadar Müslüman toplumlarda bulunmuş yegâne çözüm olduğu açıktır. Hiyerarşik yapılanmaları elimine etmek ve böylece laikliği kurmak amacıyla Kemalizm, tekke ve zaviyeleri kaldırmış, oralarda örgütlenen tarikat şeyhliklerinin gücünü kırmayı hedeflemiştir.

Her ne kadar İslam ruhban sınıfına teorik olarak yer açmasa da, tarihsel deneyim bu hususta başka bir hikâyeden söz etmemizi gerektirmektedir. Türk İslam’ı önemli ölçüde tarikat yapılanmalarına dayanan, mistik özellikleri bünyesinde barındıran bir İslam’dır. Hiyerarşik yapılanmalar olan tarikatlar dini öğreten, üyelere hükmeden, onları yönlendiren şeyhlerin hakimiyetindedir. Şeyhin hakimiyetindeki hiyerarşik yapılanmanın gücünü kırmazsanız, laikliği kurmanızın hiçbir imkânı yoktur. Bu durumda iki tercihten daha fazlası yoktur. Birincisi, üyelerinin çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumda laikliği kurmanın gereği ve imkânı yoktur şeklindeki anlayışa tutunup siyasal ve kültürel modernliğin temelini oluşturan laiklik davasından vazgeçmektir. İkincisi ise özgürlüğün, demokrasinin, eşitliğin olmazsa olmaz temeli olan laikleşmeyi gerçekleştirmenin yolunu bulmak ve hedefe ulaşmak esastır şeklindeki anlayışa sahip olmaktır. Kemalizm ikinci anlayışa sahiptir ve bir ölçüde de hedefini gerçekleştirdiği söylenebilir.

İki din arasındaki yapısal farklılıklardan ötürü, bireyleşme açısından Müslüman toplumda atılacak adımların, Hıristiyan toplumda atılacak adımlardan daha köktenci olması gerektiği tartışılabilir. Bu adımlar bağlamında, Kemalizm’in hem ulus yaratmak hem de yaratacağı ulusun laik temellerle kavgası olmayan bir ulus olmasını sağlamak amacıyla köktenci adımlar attığı aşikâr. Dil devriminden tarih tezine, kamusal saha inşa mücadelesinden kadın haklarının tanınmasına kadar uzanan geniş ve uzun bir yolda Kemalizm “büyük dönüşümü” hedeflemiştir. Bu dönüşüm bireylerin ortaya çıkmasını, dinin özel alana çekilmesini, kamusal alanda dini referansların gücünün kırılmasını sağlamak için başlatılan dönüşümdür.

Ulusal düzeyde tüm yurttaşlara laik eğitim verilmesi, bilim ve sanat kurumlarının desteklenmesi, Üniversite Reformu, Medeni Kanun, Halk Evleri, Köy Enstitüleri vb. kurumsal yapılanmalar ve uygulamalar kuşkusuz laikliğin üçüncü düzeyiyle yani toplumsal düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Örneğin, Kamu İktisadi Kuruluşlarının sosyal tesislere sahip olması, kreşlerin, anaokullarının, spor tesislerinin, tiyatro salonlarının olması, elbette yeni bir kamunun inşasıyla doğrudan bağlantılıdır ve laikliği toplumsal anlamda kurmayla ilgilidir. Sadece dinin farklılaşması ve bireyleşme anlamlarıyla değil, ama aynı zamanda toplumsal işleyişte ve örgütlenmede dini liderliğin gücünün kırılması anlamıyla da laiklik kurulmak istenmiştir.

Yarım Kalan Dava

Bu dava yani üç anlamıyla laikliği kurma davası, yarım kalmış bir davadır. Hedeflere ulaşılmadan bu davadan sapma ve savrulmalar yaşandığı için, bugünlerde laikliği yeniden düşünmek, bu hususta kafa yormak, kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Medeni Kanun’un hükümlerine göre değil, ama tarikat şeyhlerinin keyfiyetine göre evlilik yaşının belirlenebildiği yapılar ve örnekler, toplumumuzun bazı açılardan hâlâ orta-çağ toplumunun karanlıklarına sahip olduğunu göstermektedir. Tarikat yapılanmasının üyesinin bireyleşmesi yani şeyhin anlattıklarını sorgulaması, dini metinleri bizzat kendisinin tartışması ve özerk birey olması düşünülemeyeceğinden, kendi başına veyahut ailesinden, arkadaş grubundan birilerinin başına getirilen kötülükleri, ağır travmaları dillendirmesi, konuşması pek olası olmayacaktır. Bu tür yapılara çocukları teslim etmek ve o yapılarda eğitilmelerini kabullenmek, kapalı, şeffaf olmayan, dolayısıyla hesap verebilirliği bulunmayan bu yapılara insanların hayatlarını mahkûm etmek anlamına gelmektedir.

Demek ki laiklik davasından sapma ve savrulmalar son derece ağır sonuçlar vermektedir. Toplum sorunlarını çözmekten ziyade, iktidar olmak veya iktidarını sürdürmek telaşıyla hareket eden siyasal partiler için bu yapılar oy potansiyeli ve hatta oy deposudur. Kanayan yaranın çözümü bellidir belli olmasına ama, yara kanadıkça kolektivist yapılardan sadece şeyhe ulaşmak, o yapıdaki herkesin oyunu almaya yeterlidir. Bu sebeple, toplumun sorununu çözmeye odaklanmak çoğu siyasal partinin işine gelmemektedir.

Muhakkak inanç özgürlüğü, korunması gereken özgürlüklerdendir. Bunda herhangi bir şüpheye düşülmemelidir. Modern ulus-devletin yurttaşlarının inançlarını yaşaması, ibadetlerini yapması elbette anayasal olarak güvence altındadır. Bu hususta toplumsal uzlaşı vardır ve uzlaşının üzerinde herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Ancak, kolektivist, hiyerarşik ve işleyişinin kapalı kapılar ardında gerçekleştiği yapılanmalara inanç özgürlüğünü kalkan yapmak hem bireyin özgürleşmesine engel olmaktır hem de dinin kurumsal farklılaşmasının önüne geçerek “belirli” güçlerin ülkenin gidişatına yön vermesine kapı açmaktır. Sonuç olarak, toplumsal işleyişi ve örgütlenmeyi bazı yapılanmaların şeyhlerinin inisiyatifine bırakmak, demokrasinin kurumsallaşmasına mâni olduğu gibi, ilerleme için atılabilecek adımların da önüne geçmektedir. Asıl meselemizin dijital eğitim ve dijital üretim olması beklenilen “bilimler çağında”, bütün zamanı ve enerjiyi modern öncesi dönemde kalmış olması beklenen bir anlaşmazlığa harcamak, bu toplumun kaderi olmaktan çıkmalıdır.

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir