Hasan Basri Erkenen Yazdı: “Özcü ve Toptancı Yaklaşımın Çözümsüzlüğü”
Uzun zamandır aklıma takılan bir mevzu vardı. Askerlerin kendini Kemalist olarak tanımlaması bir kabahat midir? Keza bu tanımlama doğrultusunda bir şeyler üretmesi? Sırf silahlı unsur olmaları onları düşünsel faaliyetlerden uzaklaştırır mı? Ya da negatif taraftan yaklaşırsak, bu insanların kendilerini tanımlama biçimleri onları öncül/öncü yapar mı? Bu unsurlara birer entelektüel ve ideolog tanımlaması, kimlikleri sebebiyle yapılabilir mi?
Aslında burada, askeri unsurları bir örnek olarak kullanıyorum. Asıl irdelemek istediğim mevzu kimlik siyasetinin açmazları. Kimlik denilince akla hemen İslami ve Kürt unsurları geliyor olabilir. Ama bu olayı etnisite ve dini inançlar olarak tanımlamanın yanında, sosyal, ekonomik, kültürel olarak daha geniş bir tanımlamaya tabi tutulması daha doğru olacaktır.
Askeri unsurlar diyorduk. Ordu mensuplarının, düşünsel ve diğer faaliyetlerinin meşruiyetinden bahsediyorduk. Bu mevzu özellikle 80 sonrası süreçte çokça üzerinde durulmuş, bahsettiğimiz kimlik siyasetinin yer yer haklı, yer yer de abartılı ajitasyon politikasının bir parçası olmuştur. Kimisinin her askeri unsuru olumlayanı demokrasi düşmanı zannetmesine, kimisinin de düşüncelerini, ideolojisini daha da muhafaza eden konumunda kendisini tutmasına şahit olduk ve hala daha olmaktayız. 12 Eylül özellikle de yaşayanlar açısından gözardı edilemeyecek bir unsurdu elbette. Hala daha günümüz sosyal ve siyasi yapısını tanımlarken, anayasal problemlerden, otoriterleşmeden, siyasal İslam politikalarından, cemaat yapısının güçlenmesinden bahsederken bu darbenin etkilerini konuşuyoruz. Özellikle de birkaç neslin, -izm’lerden, ideolojilerden uzaklaşması, onları şeytanlaştırması gördük ve günümüz ekonomi politiğinin sömürücü, rantier yapısının son derece etkin olduğu bir sürece tanık olduk, hala daha olmaktayız. Bu süreç kapsamında, kimlik siyasetinin de etkisiyle 90’lar ve 2000’lerde askeri unsurların da çok derin sorgulanma, ötekileştirilme ve şahıslara göre değişken anlamlar ifade etmesi süreçlerine tanık olduk. Burada 28 Şubat etkisinden de söz etmek mümkündür. Gerçi 28 Şubat’ı tanımlarken iki taraftan olaya bakmak gerekiyor. Kısaca ona da değinmek gerekirse, bu olay kapsamında ılımlı İslam’dan, uç Sağ’dan, radikal İslamcılardan, Refah partisinin politikalarından pek bahsedilmediğini görürüz. Akıllara oturabilmesi için, Eylül ayının başında Cumhuriyet’te yazdığı yazısında Bedri Baykam’ın kullandığı bir alıntıyı vermek istiyorum.
‘’ “Bu ne rezalet! İran’ın Ankara Büyükelçisi Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesinde şeriat çağrısı yaptı. Refahlı belediyenin düzenlediği Kudüs gecesine katılan İran Büyükelçisi Hamas ve Hizbullah Örgütü liderlerinin posteri altında Amerika’yı ve İsrail’i düşman ilan ettikten sonra şeriat çağrısı yaptı” (02/02/1997, Sabah)’’[1]
Geçtiğimiz günlerde 28 Şubat Paşa’larının tutuklanmasına şahit olduk. Davalar kapsamında dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in ve dönemin Adalet Bakanı Refah Partili Şevket Kazan’ın, bir diğer tanık 55. Başbakan Mesut Yılmaz’ın açıklamaları tekrar hatırıma geldi [2],[3],[4]. Askerlerin tehdit ve darbe unsuru oluşturacak bir plan içerisinde olmadıklarını beyan ediyordu bu tanıklar. Bu davalar başka bir husustur. Ancak bunların siyasal gerekçelerle, siyasal iktidarın güdümüyle, planlanan sonuçlara erdirildikleri çok belli olan davalar olduklarını söyleyebiliriz. 28 Şubat’a diğer taraftan bakacak olursak, muhafazakar halk kitlesi ve özellikle gençler, o dönem orduyu ve bürokrasiyi, laikliği kullanan baskıcı unsurlar olarak tanıdılar. Çeşitli eşitliksizci, tutucu uygulamaların varlığını yadsımamak gerekir. Eminim pek çokları, laik yaşamı bu baskı ortamı, kültür dayatması olarak düşündü ve ondan irkildi, uzak kaldı ve bizlerde ilerleyen yıllarda da bu vakayı kullanarak siyasal İslam’ın irtifa kazandığı bir sürece tanık olduk*. Bu konuda dahi, ‘’Karşı tarafta gerici, şeriatçı unsurlar vardı, bu sebeple meşru müdafaa yapıldı.’’ diyecek, toptancı yaklaşımlar ortaya çıkacaktır. Bu yazı kapsamında da eleştireceğimiz düşünme biçimi bu olacaktır.
Etki tepki meselesi tarihte çok sık karşımıza çıkan bir meseledir. Bir vakayı ele alırken bütüncül değerlendirmek, zannediyorum sosyal bilimcilerin ana bakış açıları olmalıdır. Elbette bu bakış, doğrudan aklama güdüsüyle yoğrulan bir ruh halini de almamalıdır, şerhini de düşmek isterim.
Sıralı Mağduriyetler ve Kimliklerin İçeriği Belirleme Durumları
Uzun bir dönemdir, sürecinde getirdiği bir şey olsa gerek, sivilleşmenin fetişleştirildiği bir dönem yaşıyoruz. Öyle bir abartma süreci ki, emekli oldukları, hatta mağdur oldukları halde, bir takım insanların ötelendiği, haklarının yoksayıldığı bir süreç. Asker imgesinin sanki bir suç unsuru teşkil ettiği peşin hükümlülüğü ile olaya yaklaşınca elbette ki kırk dereden su getirseler bile kendini aklayamayan insanlar grubu oluştu. Amiraller bildirisinden bahsediyorum. Gayet haklı gerekçelerle kaleme alınmış bir yazının, darbeciliğe kadar çekilmesi, siyasal iktidarın içinde bulunduğu çaresizliği tekrar gözler önüne seriyor. Bu yaklaşım tarzını, yaftalamaları, özellikle akademide, aydınlar kesiminde bir dönem çok yüksek dozda görmüş bulunduk ve hala daha yer yer görüyoruz. Her gördüğümde de kendimi anti-entelektüelizmin içinde bulmamak için tutmaya çalıyorum. Entelektüel hayatın girdiği bu yollar Post-Kemalist okumanın ciğerlerimize kadar nüfus ettiğini tekrar tekrar bizlere gösteriyor. Belirli kabullerle, ‘’neredeyse tamamen önceden belirlenmiş sonuçlara’’ ulaşmak için argüman üretme çabasının bir nüvesi olsa gerek. Aşırı özcü ve toptancı bir suni külliyet oluşturdular. Tıpkı otoriterliğini, tektipçiliğini, Jakobenliğini, vesayetçiliğini ortaya çıkarmak için (!) uğraştıkları Kemalizm’i yorumlarken yapmış oldukları yanlış, eksik ve maksatlı kurdukları amaç-sonuç ilişkileri nihayetinde çarmıha germeleri ve ‘’Kartaca Yıkılmalıdır!’’ [5] diye bağırmaları, bana bu vakanın benzerlerini günümüzde de pek çok olayda gördüğümüzü hatırlattı. Ölmüş, yanlışlanmış ve eksik olduğu aşikar olan pek çok yorum ve eleştirileri bugün iyice farkedilmiş olsa da, hala daha bazı noktalarda devam etmektedir.
Burada bu kökten kabul veya reddetme mevzusunu, uydurma ve zorlama önkabuller oluşturmanın ne denli sakıncalı olduğunu anlatabilmek için bir örnekle daha meseleyi açmak istiyorum. Kürt unsurların, demokrasinin iyice başat unsuru yapıldıklarında pek çok şeyin düzeleceğine olan inanç… Bu duruma Post-Post Kemalizm makalelerini yazan İlker Aytürk de değiniyordu**. Post Kemalist’lerin ötelenen öğelerden demokrasi çıkartma fantazileri doğrultusunda, İslamcılar kanadında yanıldıklarının altını çizip Kürtler mevzusunda da şüpheli yaklaştığını bildiriyordu sayın Aytürk [6],[7],[8]. Kürtlerin siyasal merkeze oturamadıklarını kastediyorsa eğer, bu konuda kendisine pek katılamayacağım. Sahiden Kürtler, Kürt siyasal hareketi politika yapacak zemin bulamadı mı? İktidar mı olmaları gerekiyordu politik yön ve davalarını aktarabilmeleri için? Elbette ki marjinalize ve kriminalize edilmeleri, AKP iktidarınca çeşitli baskılara maruz kalmaları -ki bu baskılar onlara özel olmadı bu süreçte-, liderlerinin adaletli bir yargı sürecinden geçmeden hapiste tutulması, önümüzde duran sıkıntılardan birkaçı, bunları görmezden gelmek üç maymunu oynamakla eşdeğer olurdu. Ancak uzun süredir mecliste olan, yerel yönetimlerde kayyumlara rağmen bir güce sahip olan bir hareketten bahsediyoruz. Aynı hareketin çözüm sürecinde siyasal iktidar ile birlikte kapalı kapılar ardında, hiç de demokrasiye uygun olmayan bir biçimde bir takım pazarlıklar yaptığını da biliyoruz. Onun sonucunda, kendi yerel yönetimlerinde PKK’nın Güneydoğu bölgesinde evlerin altına tüneller, mahallelere hendekler kazdıklarını da biliyoruz. Bu durum, bölge halkının refahını düşünür, adalet, hak ve eşitlik için yapılmış işlere pek benzemiyor. Elbette bu süreç AKP ile yürütüldü, iğnenin bir ucu da oraya batırılmalı, ancak mevzumuz Türkiye’deki Kürt hareketinin ne kadar ve nasıl bir çözüm istediği ve mağdur kimlik üzerinden haklılık dayatması mevzusu. Bugüne dönecek olursak, hala daha Pervin Buldan’ın 2021’in Temmuz ayındaki açıklamalarında, “Geçmişte özellikle son seçimlerde, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya seçimlerinde desteklediğimiz demokratik güç birlikleri elbette önemli ve kıymetliydi. Ancak bundan sonraki seçimlerde hiç kimse bizden aynı tavrı beklemesin. Aynı tavrı göstermeyeceğimizi herkes artık bilsin ve bilmelidir.” dediğini görüyoruz [9].Aynı konuşma içerisinde çözüm sürecinden gurur duyduklarını da belirtiyor kendisi. Belli ki maksimalist bir tavır içerisinde, Post-AKP sürecinden ne koparabilirsek kardır, amacıyla hareket ediyorlar. Elbette Kürt siyasi hareketi olmazsa demokrasi ve eşitlik teslim edilemez, AKP sonrası dönemin yararlı olması maksimum katılımlı, çoğulcu siyaset ile mümkündür. Burada özellikle de 17-25 Aralık sürecinden sonra çokça dile getirilen ‘’Temiz Eller’’ siyaseti ve anlayışı da bir zorunluluktur. Geçmişte birtakım geri döndürülemez hataları olan unsurların bugün sırf belirli mağduriyetlere sahipler ya da sırf belirli etnisite veya kimliğe mensuplar diye demokrasinin vazgeçilmezi sayılmaları safsatadan başka bir şey değildir. Kürt siyasi hareketi içinde bu geçerlidir. Kürt, muhafazakar, Alevi vd. her kesimden siyasetçilere, aydınlara kamusal alanda, sivil alanda elbet ihtiyacımız vardır ama hiçbir şahıs, grup kimlikleri ile mutlak doğruyu veya yanlışı temsil edemez. Elimizdeki somut veriye, HDP’ye dönecek olursak, onların politikasında artniyetli, kar amacı güden birtakım tavır ve söylemler hala göze çarpıyor. Son dönemde Sezai Temelli’nin açıklamaları da, hoş HDP ve Demirtaş aksini söylese de Kürt siyasi hareketinin çözümsüzlüğe ya da sadece kendi çözümüne göz kırptığını ve kendi içerisinde çelişkili olduğunu bizlere gösteriyor [10],[11]. Burada HDP kanadının, iktidarın mülteci politikasına binayen, mültecilerin Kürt nüfus ağırlıklı Güneydoğu’ya yerleştirilmemesi yönündeki telkinlerini de, bölgenin homojenliğinin korunması ve toprak üzerinden yürütecekleri kimlik siyasetinin zeminini kaybetmeme istekleri de göze çarpıyor. HDP aynı şekilde, bölgenin demografik yapısını bozma politikasının Suriye’nin Kürt köylerinde de uygulandığını iddia etmektedir [12],[13]. Bu, Türk devletini, hükümetlerini genel siyasi söylemde daima asimilasyon, inkarcılıkla ve tektipçilikle suçlayan bir siyasi ve sosyal hareketin kendi içerisinde çelişmesini bizlere gösterir nitelikte diyebiliriz. Homojenleşmeyi faşizan bulup, kendi bölgesinin homojenliğini savunmak… Demem o ki, HDP’nin demokrasi isteği ve yöntemi, bütüncül değil kendine demokrasi şeklinde yol alıyor, eğer böyle yol almaya devam ederse, yerel seçimlerdeki gibi dolaylı bir birliktelik, herkesin hakkı ve eşitliği için bir çaba sergilenmez ise Erdoğan’ın 2023’de yeni bir galibiyet ile ayrılmaması için hiçbir neden yok. Tabi ben yine payın büyüğünü muhafazakar, milliyetçi, merkez sağ seçmene veriyorum. Doğrudan karşı bloğun oyunu temsil etmeleri hasebiyle, muhalif partilerin bu toplumsal kesimlerden oy alma zorunluluğu bana kalırsa HDP seçmeninden alma zorunluluğundan bir adım daha önde. Ancak şunu unutmamak lazım, otoriter bir dönem yaşayan Türkiye’nin ciddi anlamda varlığını devam ettirebilmesini ben çoğulcu olma zorunluluğu ile bir görüyorum. En ihtiyacımız olan şey bana kalırsa budur. Siyaset ve idealleri, ihtiyaçlar doğrultusunda birleştirmek zorundayız.
Bu Kürt ve HDP meselesini, belirli siyasi yanılsamalar için örnek olarak gösterdim. Çünkü özcü ve toptancı bakış açısı ciddi anlamda ruhumuza kadar işlemiş vaziyette. HDP kanadının genel olarak özellikle de sol ve liberal kanat için vazgeçilmez olduğunu biliyoruz. Ancak bu kesimlerin umdukları demokrasinin HDP ve HDP’lilerin kimlikleri ile doğrudan sağlanamayacağını görecekleri günü merakla bekliyorum [14]. Tekrar belirtmekte fayda var, nereden geldiğimiz, hangi dilde konuştuğumuz, hangi meslekten olduğumuz bizi doğrudan ne yanlış ne de doğru kılmaktadır. Aslolan niteliktir.
Olaylara, Kişilere ve İdeolojilere Olduğu Gibi Bakmak
Askerler mevzusuna dönecek olursak, birkaç açıdan olayı incelemekte fayda gördüğümü yazının başında belirtmiştim. Askerleri doğrudan belirli vesayet kalıplarına sokmak ne kadar haksız, kolaycı bir peşin hükümlülük ise, onları ideolojinin, mücadelenin doğal merkezi zannetmek de yine ayrı bir yanlış ön kabuldür. İlk bölümde biraz daha pozitif açıdan yaklaştığım meseleye bir de diğer tarafından girmek istiyorum. Kendini her Kemalist olarak tanımlayanın yaptıkları Kemalizm’e atfedilebilir mi? Herkesin Kemalist kabul edilmesi mümkün müdür? Bunu kim belirliyor? gibi sorular karşımıza çıkıyor. Burada gerçi Post Kemalistler genel anlamda sebep sonuçları kendilerine göre revize ettiklerinden, şahısları ve ideolojileri alarmist, tutucu ilan etmek de kolaycıdırlar. Onlar için Kemalizm’in tanımı, sürükleyicisi, mensupları, amaçları, zihniyeti de neredeyse tek bir tanıma tabidir. Bu tanım, ön kabul ile çarmıha germe operasyonu yaparlar. Elbette burada onların Kemalistlere yaptığı gibi tek bir çuvalın içine sokup sadece oradan eleştirmeyeceğiz. Eleştirdiğimiz asıl mesele de bu zaten. Toptancılık! O cenahı şimdilik bir kenara bırakalım.
Kemalistler olarak korumacı/muhafazakar bir tutum sergilemek için elimizde çok fazla sebep var. İlki AKP iktidarı zaten ancak bir doktrin, yol haritası, ideoloji bu motivasyonlarla ortaya çıkartılamaz. Bunun da farkında olmak zorundayız. Elbette Kemalizm, Kemalistler pek çok aşamadan geçtiler, sağ, sol cenahlara ayrıldılar, -siyaset bilim onları bu şekilde tanımladı-, sonra Ulusalcı oldular, uzun bir zamandır da her ne kadar aydın, kurum ve kaynak eksiği olsa da Neo Kemalizm’in yorumlamaları yapılmaya çalışılıyor. Burada Post Kemalizm’in eleştirme biçiminden temelinden sıyrılıp, her şahsı genellemeyi, yaftalama, fikir, ideoloji ve şahıslara kimlik tayin etmeyi sona erdirmemiz gerekiyor. Burada bir tehlike var, o da Post Kemalistlerin yaptıkları yorumlama biçimini, paradigmaları yıkılırken bizlerin de onlara yapma tehlikesi. Yani devr-i sabık yapmaktan bahsediyorum. Onları aşacağız ama temelleri olan bir şekilde ve kökten reddedici tutumlarla da değil, çünkü özcülüğün alasını onlar da zaten yapmaktaydılar. Bu yazıyı daha fazla konusundan saptırmamak için Post Kemalizm’in eleştirilerine, olaylara bakış açısına daha fazla girmeyeceğim. Bu zannediyorum, bir başka yazının konusudur.
Burada rövanşist olmak ile eleştirinin eleştirisini yapmak arasında da ince bir çizgi olduğunu düşündüğümü belirterek, günümüzde gördüğüm, bana hem garip hem de sıkıntılı gelen, askerler meselesine yönelik bir eleştiri ve tespitle devam etmek istiyorum. Korumacı tutumlardan bahsediyordum. Bazı kendini Kemalist/Ulusalcı olarak tanımlayan insanların ve kurumların askeri unsurlar üzerinden politika yürütme talepleri, en azından buna yakınlık duymalarından, eski askerlerden kendilerine yönetici, önder devşirmelerinden bahsedebiliriz. Bu noktada özellikle Mavi Vatan hususu aklıma geliyor. Bir amiralin ortaya attığı, aslına bakılacak olursa gayet de bütünlükçü ve pek çok açıdan da ülkenin ve halkın yararına olan bir politika, bir hayata bakış olarak önümüzde duruyor. Denizlerini yıllarca faydasız ve eksik kullanan bir ülke için olmazsa olmaz. Bunu kendini Kemalist olarak niteleyen insanların ortaya atıp, savunması da ayrı bir gurur kaynağı olsa gerek. Tabi akademik unsurlarca ve toplumun farklı kesimlerince de zenginleştirilip, geliştirilmelidir, bunu da belirtelim. Lakin tutuculuk dedik ya, bazı insanların eleştiri kabul etmez ve toz kondurmaz tavırları da bu süreçte gözlere çarpıyor. Mavi Vatan politikasını yalnızca kendi başına aldığınızda, yani ‘O nedir?’ sorusunu sorduğunuzda, bu geleceğe dair iyi bir çalışma konusu olabilir ama biz bugünü konuşacaksak herhangi bir anlam ifade etmeyeceğini, onun ne zaman ve nasıl olduğunun, nasıl uygulandığının asıl konu olması gerekliliğinin ve AKP’nin bu politikayı kendi iç politikasını idame ettirme aracı olarak kullanmasının altını çizmeden, paradigmayı militarize ettiğini belirtmeden, bunu eleştirmeden yapılan bir Mavi Vatan savunusunun cılız, yavan kalacağına yönelik yapılan eleştirilerin de bazı kesimlerce tu kaka edildiğini, Kemalizm’den afaroz sebebi sayıldığını sosyal medyada biraz gezen insanların hemen farkedeceğini düşünüyorum. Politikayı ortaya atanlar da, onu uygulayanlarda, bu uygulamalara sessiz kalanlar da eleştirilebilir. Bunu bazen unuttuğumuzu düşünüyorum. Bunu tutuculuğun ve kimlikçi bakışın bir başka formu olarak görüyorum. Askeri kimlikten bahsettiğimi belirtmeliyim.*** Burada başka bir örnek daha vermek istiyorum, daha doğrusu bir tespit, askeri unsurlara bakış üzerine. Atatürkçü Düşünce Derneği malumunuz Kemalistlerin sivil örgütlenmesi üzerine kurulmuş son derece ihtiyacımız olan bir örgüttür ve yıllarca da bu doğrultuda hatasıyla, doğrusuyla çalışmıştır. Son seçimlerinde adaylardan birisi de eski amirallerimizdendi, hatırı sayılır da bir oy almıştır kendisi. Onun öncesi emekli orgeneral genel başkan Şener Eruygur’u hatırlayalım, daha adını hatırlayamadığım pek çok görev alan ve üye olan eski askerler de mevcut. Burada şunu da belirtmekte fayda var, bu durumu eleştiriyor, garip buluyor olmam bu şahısların mücadelelerini basitleştiriyorum manasına gelmemelidir. Tanıl Bora’nın Cereyanlar’da, ‘’Ergenekon davalarının rövanşist iklimi (AKP’nin Kemalistlerden rövanş alması), Kemalizm’in mağduriyetini derinleştirdi.’’minvalinde, kendi inandıkları ile son derece çelişen bir eleştiri yaptığım yanılgısına da düşülmesin [15]. Bora bu sözleriyle birlikte mağdur edebiyatı üzerine kurulu ve son derece arkasında durduğu kimlik siyaseti ile zıtlaşmış oluyordu. Ergenekon haklılığı bir başka mevzudur, düşünce kuruluşu faaliyetleri bambaşka. Burada sadece bir durum tespiti yapmak istiyorum. Bir düşünce topluluğunda ciddi bir asker kitlesi olması bana pek olağan bir durummuş gibi gelmiyor. Elbette ki her isteyen, istediği oluşumda kendine yer bulabilir. Bizim gibi Kemalizm’e inanan kimseler için bu daha da elzemdir. Fikir ve eylem özgürlüğünden bahsediyoruz. Ama konu ADD ve ben bu kurumun fikir üretme zorunluluğu olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Kemalizm’in çok uzun süredir üretmediği/ üretemediği bir süreç yaşıyoruz. Aydınlarımız katledildi, siyasal İslam’ın kültür ve politik dayatmalarına maruz kaldık. Bunların hepsi doğru, hatta aklıma gelmeyen daha pek çok vaka var. Ama bunlar bir bahane teşkil etmemelidir. Ben geniş kitlelerce olmasa da, hala daha askeri unsurlara bir olumlama, pozitif ayrımcılık görüyorum. Eleştirdiğim de bu esasen. Buradan Post Kemalistlerin kurdukları ordu sürekliliğini doğruladığım da zannedilmesin. Ordu mensuplarının Kemalist olması ayrı bir mevzudur, nasıl gerekçelerle müdahalelere soyundukları ayrı mevzulardır. Tabi Kemalizm’in içeriğini nasıl doldurdukları da gözden kaçmamalıdır [16].
Aklıma Neo değil güncel Kemalizm diyelim diyen ama ilerisine dair herhangi bir somut veri sunamayan, yalnızca emperyalizm karşıtlığı üzerinden Kemalizm’i tanımlayan ADD’nin de kurucu üyelerinden birisi olan Prof. Dr. Anıl Çeçen geldi [17]. Son derece ezberci ve korumacı bir tutumdan bahsediyorum. Bu ideolojik basiretsizlik, eylemsizlik hali doğrudan askeri unsurların varlığı, el üstünde tutulması ile sebep sonuçlandırmak da yavan bir eleştiri olacaktır. Ama genel fikrimi son bir örnek ile şu şekilde belirtebilirim, bir mühendisin, bir bilim insanının yapacağı işi çeşitli gerekçelerle (!) Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne verirseniz, elde edeceğiniz sonuç da ona ilişkin bir sonuç olacaktır. Bu durumlardan, sığ ve yanlış bakış açılarından sıyrılmak gerekir. Burada düşünme içeriği ve stillerinin sade net bir tanımını yapan Hilal Bebek’in Politikyol’daki yazısının bir kısmına yer vermek istiyorum:
‘’Örneğin sol görüşlü biri olarak özgürlük ve eşitlik kavramlarından bahsederken düşüncelerimle kurduğum ilişki yani nasıl düşündüğüm ayağımın altından “sol” zemini “çaktırmadan” çeker bazen. Sol görüşün içeriklerine uygun bir şekilde özgürlük, eşitlik ve emekten bahsediyor iken düşünce stilim ile sol metodolojiye uygunsuz davranabilirim. Örneğin; özgürlük ve eşitlik ile ilgili her düşüncemin doğru olduğunu, başkalarının da böyle düşünmesi gerektiğini, dışarıdaki gerçekliğin benim düşüncelerimle eşdeğer/eşit olduğunu, bu düşüncelerin tartışmaya ve kanıt toplamaya açık olmadığını, bu düşünceler hakkında veri toplamak gerekmediğini, tartışmaya açık olmadığını düşünüyorsam; Dayatmacı, muhafazakar ve sabit bir stil sergilemiş olurum. Yani ne düşündüğüm bağlamında solcu iken “nasıl düşündüğüm” bağlamında sol çizgiden saparım.’’ [18]
İleri olduğumuzu düşünürken, tutucu kalma tehlikesini gözardı etmeyelim. Son dönemde ben bunların en azından belirli noktalarda iyice geride kaldığını, artık daha dinamik, gençleşmiş ve somut çözüm önerileri üreten kurum ve kişilerin iyice ortaya çıkmaya başladığını ve aktifleştiğini söyleyebilirim. AKP’nin baskıcı ortamından bahsediyoruz sürekli, bu sancılı süreçte Kemalizm’in halk tabanında daha da etkili olduğu, daha da konuşulur hale geldiğini görmek gerekiyor. 12 Eylül algılamasının sonucu Kemalizm’in ordu ve bürokrasi’nin aracı olduğu söyleminden, Kemalizm’in halkın içinde canlılaştığı durumlara geldik.**** Elbette bu ilk etapta, çoğunlukla AKP despotluğuna karşı Atatürk figürüne sarılmak şeklinde vuku buluyor. Ama bunu farklı bir rüzgar ile daha da ileriye götürmek mümkündür. Bu ilericilik meselesini demokratik çerçevede değerlendirmekte fayda var.
Düşünce, ilke, şahıs ve kurumları olduğu gibi görmek ve kutsallık, mutlak doğruluk atfetmemek gerekiyor. Özcü değil, bütüncü yaklaşım gerekiyor. Sivilleşmeyi fetişleştirenlerden bahsetmiştik. Aslında orada da onu olduğu gibi görüp algılayamayanlardan bahsediyorduk. Velhasıl ihtiyacımız olan şey, çoğulcu ilerlemecilik… Ama bunu ne orduyu, ne akademiyi, ne etnisiteleri, ne de diğerlerini abartmadan, aşağılamadan yapmak… Bu yazıyı yazmak, ölüm yıl dönümü sebebiyle Soner Polat vasıtasıyla aklıma gelmiş bulundu. Ruhu şad olsun. Ülkesi ve inandıkları için elinden gelenin en iyisini yapan, bunun için uğraşan herkesi de bu vesile ile anmış olalım.
HASAN BASRİ ERKENEN
*Öyle mağduriyetler ki, içlerinden çıkan muhalif muhafazakar, liberal parti hüviyetindeki DEVA Partisinin 30 Ağutos vals etkinliği üzerinden bu mağduriyet politikasını devam ettirdiğini görüyoruz [19].
** Kendisinin 2015’deki ilk makalesiyle beraber, Kemalist tarihi ve ideolojiyi olduğundan farklı ve eksik anlayan bir güruhun bugünü ve yakın tarihimizi nasıl yanlış yorumladıklarını, bugünün siyasetini nasıl olumsuz etkilediklerini bütüncül bir çalışma ile bizlere aktarmıştır. Gerçi Aytürk, Post- Kemalist iddiaların pek çoğunu günümüzde de kabul ettiğini beyan ediyor. Buradaki kendisinin eleştiri odağı, günümüzü şekillendirirken, Kemalizm’in başat unsur olarak kullanılmasıdır.
***Bugün bu mevzuya baktığımızda AKP’nin gündeminden hemen hemen düştüğünü ve pek dillendirilmediğini görüyoruz. Burada Libya Savaşı’nın şimdilik durması, Yunanistan ve AB ile olan gerginlikler de ana sebeplerdendir. Ancak bana kalırsa, AKP’nin siyasetine ne kadar yarar sağladığı ile doğrudan bir ilişkisi var bu politika suskunluğunun. Burada bu durum vesilesiyle tekrar vurgulamak gerekilen mesele Mavi Vatan’ın yalnızca askeri açıdan uygulanmaması gerekliliğidir. Ki bu askeri uygulamalardaki yöntemlerde tartışılabilir.
****Burada şu dikkati çekebilir. Post Kemalist öğretinin temel öğesi olan tepeden inmeci, halkın reddettiği ideoloji söylemi akıllara gelebilir. Burada 60’lar siyasal ortamını, 77 seçimlerini örnek gösterebilirim. Yön dergisi ve Ortanın Solu ile Sol-Kemalist cenahın halk ile olan hareketini belirtmek gerekiyor. Yön dergisini daha çok aydınlar ve ordu odaklı belirtmekte fayda var.
Kaynakça
[1] Cumhuriyet, 09.09.2021: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/bedri-baykam/28-subat-hakkinda-yadsinamaz-somut-veriler-1867305 (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[2] NTV, 18.02.2015: https://www.ntv.com.tr/turkiye/28-subattan-sikayetci-degilim,vrbDa_OyhkKY1F7jZPG-Xw (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[3] Aljazeera, 16.02.2015: http://www.aljazeera.com.tr/haber/28-subat-davasinda-aksener-dinlendi (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[4]Habertürk, 21.04.2016: https://www.haberturk.com/gundem/haber/1228396-mesut-yilmaz-28-subat-davasinda-ifade-verdi (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[5] Birikim, 05.08.2015: https://birikimdergisi.com/haftalik/1532/kartaca-yikilmalidir (Erişim Tarihi: 05.10.2021)
[6] İlker Aytürk, 2015, ‘’ Post-post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken’’, Birikim Dergisi No: 319, s.34-48
[7] İlker Aytürk, 2019, ‘’ Post-Kemalizm Nedir? Post-Kemalist Kimdir? Bir Tanım Denemesi’’, Varlık dergisi, s.4
[8] İlker Aytürk, 2020, “Bir Defa Daha Post-post-Kemalizm: Eleştiriler, Cevaplar, Düşünceler”, Birikim Dergisi No.374/375, s. 101-119.
[9] Cumhuriyet, 13.07.2021: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/hdpli-buldandan-dikkat-ceken-ittifak-aciklamasi-hic-kimse-bizden-ayni-tavri-beklemesin-1852250 (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[10] Euronews, 21.09.2021: https://tr.euronews.com/2021/09/21/eski-hdp-es-genel-baskan-demirtas-kurt-sorununun-cozumunde-muhatap-hdp-adres-tbmm-dir (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[11] Cumhuriyet, 22.09.2021: https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/imraliyi-isaret-etmisti-hdpde-temelli-krizi-1870860 (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[12] Gazete Duvar, 23.04.2020: https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2020/04/23/hdpden-soru-onergesi-suriyede-neden-araplari-kurt-illlerine-tasiyorsunuz (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[13] DW, 18.03.2016: https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiyenin-yeni-se%C3%A7menleri-suriyeliler/a-19126119 (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
[14] Politikyol, 22.09.2021: https://www.politikyol.com/kurt-meselesi-demokrasiye-gecis-chp-ve-hdp/ (Erişim Tarihi: 05.10.2021)
[15] Tanıl Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler, İletişim Yayınları (2017), s.185
[16] Politikyol, 03.10.2021: https://www.politikyol.com/baska-bir-ordu-mumkun-mu/ (Erişim Tarihi: 05.10.2021)
[17] Haberanaliz, 10.09.2021: https://www.haberanaliz.net/makale/yeni-kemalizm-olamaz-ama-guncel-kemalizm-olabilir-2238 (Erişim Tarihi: 26.09.2021)
[18] Politikyol, 27.09.2021: https://www.politikyol.com/oralarda-bir-yerlerde-bir-sol-var-mi/ (Erişim Tarihi: 05.10.2021)
[19] TamgaTürk,05.09.2021: https://www.tamgaturk.com/haber/ali-babacan-milli-gunlerimiz-uzerinden-dindar-vatandaslara-gondermeler-yapilmasina-izin-vermeyiz-37447.html (Erişim Tarihi: 01.10.2021)
Similar Posts:
- DOĞU ANADOLU KEMALİZM ÇALIŞTAYI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
- Kemalistler Trakya’da Çalıştay Gerçekleştirdiler
- KEMALİST ve KEMALİZM -1-
- KEMALİZM’İN YANLIŞ YORUMLARI ÜZERİNE
- Hasan Basri Erkenen Yazdı: “Kemalizm’e Giderken – I”