GenelHasan Basri ErkenenYazarlarYazılar

Hasan Basri Erkenen Yazdı: “Kulüp Dizisi İncelemesi”

Netflix Türkiye, nihayetinde bizlere platformunda kaliteli bir Türk yapımının ortaya çıkabileceğini gösterebilmiş, diyerek başlayalım. Takdir edersiniz ki Türk dizi sektörünün ağa, kan, dava, töre, evlilik, mafya vd. klasikleşen ve heves kaçıran temalarının arasında özellikle de ulusal kanallarda bir kalite bulabilmenin samanlıkta iğne aramakla eşdeğer hale geldiğini söyleyebiliriz. Elbette birbirinin aynı diyalog ve senaryo yöntemlerinin kullanıldığı, benzer müziklerin ve sahnelerin olduğu, karakterlerin hiçbir derinliğinin olmadığı ‘’mahalle abileri’’, ‘’sağ-popülist tarih’’ tadında anlatımları seviyor, kabul ediyorsak orası başka. Tabi aklımıza şu nokta geliyor. Arz-talep meselesi her sektörde olduğu gibi dizi/film sektöründe de yapımların içeriğini belirliyor. Burada çirkin ve ciddi anlamda aşağılık sahne ve olayların, örneğin sürekli insanların şiddet görmesi, cinsel istismara uğraması, herkesin herkesi aldatması ve tüm bunların genellikle de namüsait bir şekilde gösterilmesi akla geliyor. Toplum cidden bunları mı görmek istiyor? Bizim gerçeklerimiz bunlar mı? Üzerinde durulması ve tartışılması gereken bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Gerçi bu sorular bana Palu ailesi özelinde ‘’aile sırlarımız’’ olduğunu da üzüntüyle hatırlatıyor. Basit bir dizi/ film ile toplumsal çıkarım olur mu demeyin. Televizyonda, telefonda, bilgisayarda gördüğümüz hemen hemen her şey bizim arzularımıza göre şekilleniyor. Öte yandan yabancı-yerli yapımlar arasında imkan ve şartları gözeterek eleştiri ve incelemede bulunmak daha faydalı olacaktır. Giderek artan teknoloji ile birlikte, işin mali boyutunun da arttığını göz önünde tutmak gerekir. Burada Alper Çağlar’ın Göktürk ve Börü 2039 yapımlarında, The Mandalorian dizisinin de çekim yöntemi olan‘’Virtual Set’’i kullanabilmek için yabancı yapımcılar ile kaynak tahsisi noktasında hummalı bir çalışma yürüttüğünü örnek olarak gösterebiliriz. Yeşil Ekran teknolojisinin aksine daha gerçekçi bir ortam sunan yeni bir teknoloji olduğunu belirtelim. İşte tam da bu noktada eldeki oyuncu, malzeme vb. kaynaklarla en iyi işi yapmak eskisinden çok daha değerli hale geliyor.

            Sosyal medya platformlarının yükselişi ve ana akım medyanın yerini alması ile birlikte rekabetin o tarafa kaydığını ve birbirinden kaliteli içeriklerin, çok hızlı bir şekilde tüketici ile buluştuğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu noktada Netflix, Amazon, HBO vb. gibi platformlar aracılığıyla bu içeriklerle bulaşabilmekteyiz. ‘’Squid Game’’ çılgınlığından sonra, konusu ve anlatımı itibariyle Netflix öyle bir dizi ile geldi ki, uluslarası mecralarda son dönemde yer alan yerli yapımlar arasında ismini altın harflerle yazan bir ‘’Kulüp’’ görmemizi sağladılar. Hem de bunu altı bölüm gibi çok kısa bir sürede becerebildiklerini de ayrıca belirtmek gerekiyor.

            Dizi Gökçe Bahadır’dan Barış Arduç’a, Salih Bademci’den Metin Akdülger’e, Fırat Tanış’a kadar, dinamik ve yüksek potansiyeli teşvik etmesinin yanı sıra Netflix tutkunlarının yakından tanıyacağı belli başlı kriterleri merkezine aldı. Onlarca entrika, yalanlar, itiraflar, aile çatışmaları ve 1950’li yılların çarpık siyasi ve toplumsal ilişkileri…

Yapım bizlere o yılların politik jargonunu ve özellikle de gayrimüslimlerin İstanbul’daki yaşantısını, Türklerle olan ilişkilerini, Kıbrıs sorunun bu süreçleri etkileyişini, dönemin milliyetçilik politikalarını aktarıyor. Gökçe Bahadır’ın canlandırdığı Matilda isimli başrolümüz onyedi yıllık hapis sürecinin ardından genel af ile birlikte özgürlüğüne kavuşuyor. Hikâye, kızıyla yüzleşmek ve kendini kabul ettirmek zorunda olan Matilda’nın etrafında şekillenmeye başlıyor. Dizi, bir mekan etrafında şekillenen hikayelerin toplandığı ve tek bir yerde yoğurulması ile ortaya çıkartılmış, diyebiriz. Patron Orhan’ın kendisi ve annesiyle olan çatışması, gece kulubü müdürü Çelebi’nin Matilda, sanatçı Selim ve diğer çalışanlar ile olan çatışmaları ve tekil bir yere odaklanmaktansa, çoklu hikaye anlatımının tüm bu olaylarda kaliteli kullanıldığını görüyoruz. Her bir hikaye kendi içerisinde bir toplumsal ve psikolojik sorunu barındırıyor ve bunu da başarılı bir şekilde gösteriyor. Patron Orhan’ın kendi kimliğini reddederek veya unutarak Türk burjuvazisinde yer edinme, yükselme çabasını görüyoruz. Türk Sefarad Yahudilerinin dillerini, ibadet ve kültürlerini de dizi gayet doğal ve kaliteli aktarıyor. Örneğin şivelerde herhangi bir basitlik, figüranından, başrolüne kadar gözükmüyor, keza diziyi izleyen Yahudilerin yorumlarında da bu şekilde düşündüklerini belirtebilirim. Rachel ve İsmet ilişkisiyle beraber müslim-gayrimüslim ayrımı ve çatışmasını anlatmaya çabalıyorlar ve zaten dizinin ana temellerinden birisinin de bu olduğunu görüyoruz. Varlık vergisine, genellikle Türk-Müslüman unsurların, gayrimüslimlere yaşattığı acılar, yaptıkları ihanetlere odaklanmış bir dizi karşımıza çıkıyor. Öte yandan Çelebi, Matilda ve diğer çalışanlar arasındaki hiyerarşik, sınıfsal, etnik çatışmaları görüyoruz. Köyünden gelen birisinin etnik kimliği farketmeksizin sömürüldüğü bir düzen göze çarpıyor. Sanatçı Selim özelinde de tutucu geleneklere karşı çıkıp cesaretle hayallerinin peşinden koşmayı dizi bizlere başarılı bir şekilde göstermiştir, diyebiliriz. Selim Songür’ün(Salih Bademci) şu çağının ötesindeki sözlerini hatırlatmadan edemeyeceğim: ‘’…bu ülkede yaşamak Doğu ile Batı’nın dövüşmesini, sevişmesini izlemek gibi.’’ Türkiye tam da bu sözlerin karşılığı demek oluyor. Farklı din, dil, etnisite, mezhep ve kültürden insanın biraraya geldiği, beraber yaşadığı, yer yer de çatıştığı bu coğrafyanın eşsiz olduğunu diziyi izledikten sonra tekrardan hatırladığımı söylemeliyim. Tarihlerin, insanların, toplulukların sevişmesi… Ne kadar da doğru bir ifade !

Dizi tüm bunların dışında bir takım eksik ve hatalı taraflarıyla da göze çarpıyor. Öncelikle dizinin ilk sezonunun altı bölüm olması, dizi karakterlerinin hikayelerini izleyicinin özümseyememesine, daha doğrusu bazı karakterlerin hikayesinin oturmamasına sebebiyet verdiğini belirtmek gerekiyor. Örneğin Çelebi karakterinin Matilda için hissettiklerinin ve bu hislere binayen yapmış olduğu davranışların izleyiciye pek geçebildiğini düşünmüyorum. Özellikle ana karakterler ile kurulan empatinin dizinin bu kısacık süresine rağmen neredeyse sorunsuz gittiğini fakat kimi yerlerde de boşluklar kaldığını kabul etmek gerekiyor. Rachel ve İsmet’in hikayesi ise, Kulüp ana temasından ayrıksı olduğu ve içerisinde de çeşitli klişeleri barındırdığı için, yine izleyiciyi soğutmuş olabileceğini belirtmeliyim. Yasak aşk ve sonunda hamile kalan genç bir kadın… Açıkçası kumandayı elimize aldığımızda da aynı sahnelerin birkaç ton farklısını görüyoruz. Niye ücretli bir platformda, kaçmak, kurtulmak istediğimiz ulusal medyanın bir benzerini görmek isteyelim ki? Diye düşünmeden edemiyor insan. Taksi şoförü İsmet karakterinde de dizinin başından beri bir ‘’kötü çocuk’’ klişesinin yürüyüp gittiğini görüyoruz. Babasından nefret eden, yakışıklı, çapkın, kötü çocuk İsmet… Merak ediyorum, Barış Arduç yerine Ersin Korkut taksici olsaydı ne olurdu ki? Rachel-İsmet aşkı yaşanmaz, Türk-Yahudi gerilimi bize aktarılamazdı… Çeşitli ezberler, aklımıza cevapları anında getiriyor.

            Asıl mevzu, Türk ve azınlık ilişkilerinin tektipliliği… Dizi halk boyutunda, herkesin bir sorunu, çilesi olabildiğini, toplumun her kesiminde ‘’çürük elmalar’’ olabileceğini, hatta onların bile bir ‘’sebebe’’ sahip olabileceğini gösteriyor. Lakin buradaki tektiplilik, yöneticiler yani Türk siyasetinin, toplum, özellikle de azınlıklar üzerinde kurduğu baskı ve homojenizasyon politikası, ciddi anlamda dizide gördüğümüz gibi siyah ve beyaz tonlarında net aktarabileceğimiz bir yapıya sahip midir? Post-Kemalizm’in, bürokratik elitler diye başlayarak anlattıkları metinlerin bir yansımasını görüyoruz burada. Etnik kültürlerin haklı konuma alınması ile bunun etrafını, bu merkeze göre doldurdukları bir senaryo yazımı göze çarpıyor. Bunun üzerine düşünmek gerektiğini belirtmeliyim. Konu Yahudilerin İstanbul yaşamı ve sorunları merkezinde olduğu için diziyi söylemediği şeyler üzerinden de yargılamamak gerekiyor. Lakin klasikleşen bir anlatım olan ‘Biz bir mozaiktik, Türkler geldi bunu bozdu’ minvalinde bir sonucu bizlere gösterdiklerini de belirtmeliyim. İşte bu anlayışın sığ olduğunu düşünüyorum. Ana akım medyada yapılan işlerde nasıl tarihi, hassas anlatmaları gerektiğini söylüyorsak burada da bunu görmezden gelmememiz gerekiyor. Dizi dramının temelini genellikle  buna oturtmuş ve cidden de kaliteli bir gösterim sunmuş. Bunu da söylemek zorundayız. İzlerken açıkçası, tarihi çarpıtmışlar mı, yoksa yerinde bir anlatım mı olmuş, şeklinde düşünmekten çok kendinizi olayın içinde, karakterlerin kalbinde buluyorsunuz. Matilda’da direnmeyi ve cesareti, Selim’de umudu ve hayalleri, Orhan’da toplumda yer edinme çabasını, Hacı’da saf kalpliliği görüyorsunuz ve hissediyorsunuz. Hacı demişken şu replik de dikkat çekici. Matilda’ya Sefarad kelimesinin anlamını bilmediğini söylediğinde ortaya şöyle bir diyalog çıkıyor:

“- Sefarad, eskiden buraya göç eden Yahudiler, benim gibi.

–  Bizim gibi yani”

            Bu sözler üzerine de düşünmek gerekir. Varlık vergisi gibi ya da dönemin milliyetçilik politikaları gibi unsurların eleştirisinin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, ne bizden ne de başkalarından bir şey eksiltir. Ancak bu işi, ‘Sözde Ermeni Soykırımı’nda olduğu gibi tarihçilerden, sosyal bilimcilerden çok liyakatsız herkesin konuştuğu ve romantize ettiği meselelere de çevirmemek elzemdir, diyerek, genel düşüncemi belirteyim.

            Dizinin eksik ve hatalı tarafları olması dışında kesinlikle kaliteli bir yapım olduğunu tekrardan söyleyelim. Dram, senaryo, karakterizasyon, mekan, giysi, dekor her anlamda sizi içine alıyor. Netflix gibi platformlarda bu tip Türk dizilerinin sayısının artması kendi sektörümüzün de dönüşümü için belki küçük ama önemli adımlardan olacaktır. Bana kalırsa pek küçük işler de sayılmaz. Reyting ve gelirlerin düşmesi ile birlikte ileride dönüşmek zorunda kalacak bir ana akım medya öngörebiliriz.

            Son olarak Netflix gibi uluslarası mecralar bu işe girer mi bilinmez ama Anadolu coğrafyası kendi içerisinde çok fazla hikaye barındırır. Keza Balkanlar da buna dahildir. Mora Katliamı, Büyük Selanik yangını, 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrası Rumeli ve Makedonya Türk’lerinin göç ettirilmesi, haksızlıklara ve vahşete maruz bırakılması, Duyunu Umumiye’nin halkı sömürmesi ve zulmetmesini vd. gösterdikleri yapımları bir gün görür müyüz, ne dersiniz? Açıkçası pek zannetmiyorum. Burada, bu gibi dış kaynakların yanlı tutumunu da vurgulamak gerekiyor. Maalesef ‘Türk’ unsuruna dair meselelerde genellikle olumsuz, ‘diğerlerinde’ ise otomatik olarak, bir de karşıtsa eğer, olumlu bir tutum sergileme alışkanlığına sahipler. Biz her yönden objektifliği ve berraklığı savunuyoruz. Gerçi kendi yayınlarımızda bu tip bir dönem anlatısı var mı ki onlardan bekliyoruz? Bu da ayrı bir nokta tabi. Biz Orta Doğu’ya Diriliş Ertuğrul ihraç etmeye devam edelim (!)

Özetle acılar, acılarımız, bunları, insanları, toplumları kıyaslamadan, yarıştırmadan olaya sakin bir şekilde yaklaşmak gerekiyor. Dizi haksızlığa uğrayan, Türk olsun, Yahudi olsun, Rum olsun farketmez, hepsinin acısını size gayet net hissettirebiliyor. Özellikle de oyunculuklar ile birlikte, pek çok noktadan tebrik etmek gerekiyor. Oyuncu demişken, Selim Songür(Salih Bademci) muazzamdı. Diziyi açtığınız da kendini aşan bir oyuncu izleyeceksiniz.

            Keyifli izlemeler.

Kaynakça

  1. https://geekyapar.com/teknoloji/the-mandalorian-dizisinin-cekimlerinde-kullanilan-teknoloji-virtual-set/
  2. https://www.salom.com.tr/haber-120287-kulup_dIzIsI_IncelemesI.html
  3. https://blog-okur.com/kulup-dizi-konusu-ve-yorumu-netflix/
  4. https://seyler.eksisozluk.com/netflixin-her-bakimdan-yuz-aki-olan-yeni-dizisi-kulupun-incelemesi
  5. https://www.beyazperde.com/diziler/dizi-27487/sezon-39948/oyuncular/
  6. https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-59223909

Similar Posts:

Loading

One thought on “Hasan Basri Erkenen Yazdı: “Kulüp Dizisi İncelemesi”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir