Hasan Basri ErkenenSiyasetYazılar

Hasan Basri Erkenen Yazdı: “Kemalizm’e Giderken-II”

Yurttaşlık ve Ulus Devlet

            Ulus-devlet ve ulusçuluk meselesinde 18. YY. ve sonrasının bir milat olduğunu görüyoruz. Osmanlı Devleti’nin son dönemine doğru, Wilson ilkeleri kapsamında toplumlar kendi, çoğunlukla homojen ülkelerini kurma savaşımı veriyorlardı. Çok uluslu yapısı ile Osmanlı bu meselenin membaa haline gelmişti. Burada Türkler, asli unsuru, yani asker ve memur olarak, yöneten konumunda oldukları için Osmanlı aydınları “Osmanlılık” düşüncesine daha bağlı bir konumdaydı ve milli hareketlere bu sebeple Türklerin, en geç başlayan unsur olduklarını görüyoruz. Dönem travmasının daha net anlaşılabilmesi açısından, azınlıklardan özellikle de Bulgarların, asimilasyon ve disimilasyon faaliyetlerinin, 93 harbi ve Balkan Harbi sonrası nasıl ilerlediğinin anlaşılması bakımından Georgi Zelengora’nın verilerine göz atılmalıdır [2]. Bir örnek olması noktasında dikkat çekicidir. Osmanlılıktan, Türk-halkçılığına/milliyetçiliğine dönüşte karşımıza çıkan davranışların, politikaların pek çoğunun bir etki sonucu ortaya çıkan tepkiler olduğunu da söylemek gerekiyor. Burada akla 1915 olayları gelecektir. Bölge siyasetinin ve halkların durum ve psikolojilerinin bu örnekte iyi incelenmesi gerekmektedir. Onun da özellikle günümüzde siyasetin ve çeşitli çıkarların kurbanı olan bir tarihi okuma olduğunu söyleyelim [3], [4].

            Modern toplum, ordu ve ülke yaratmak hususlarında uluslaşmanın, o dönem zorunluluk teşkil ettiği bir sürece şahit oluyoruz. Ancak özellikle de Soğuk Savaş’ın ilerleyen safhaları ile birlikte bu anlayışın sorgulandığı, kapitalizmin, çok uluslu şirketler aracılığıyla aşındırdığı bir ulus anlayışının da varlığından bahsetmek gerekir. Nihayetinde ulusçuluk anlayışı, özellikle de 3. Dünya ülkelerinde tam bağımsızlık fikirlerinin ateşleyicisi olmuştur. Bu sebeple de ‘’Batı’’ tarafından yıpratılmaya maruz kaldığını görüyoruz. Türkiye’de de Türk ana unsuru üzerinden bir uluslaşma ve ‘’birlik’’ anlayışının olduğunu, bunun yer yer kimliklerin ötelenmesi, yer yer kimliklerin ve mesleklerin dayanışması şeklinde vuku bulduğunu görüyoruz [5]. 40’ların, Dünya’da faşizmin, ırkçılığın yükseldiği bir dönemde, bundan Türkiye’nin de etkilendiğini, Irkçı-Turancı görüşleri beslediğine tanık olduk. Özellikle de merkez sağ siyasetinin içerisine dahil olduğunu, 70 ve 80’lere doğru bu kimlikçi siyasetin içerisine siyasal İslamcı kimliklerin de girmesi hatta iktidara kadar gelmesi, karşıtı oldukları diğer sınıf ve kimlikler üzerinde bir baskı ve öteleme sürecini de gözler önüne sermişti. 6-7 Eylül olayları, Maraş katliamı, Sivas katliamı ve daha pek çok olay bize hazin durumu göstermektedir. Dönem anlatımlarında Atatürk ve İsmet İnönü dönemini bu faşistliğin, vahşice olayların başladığı nokta şeklinde bir tarih yazımı dikkati çeker. Dönemin faşist, otoriter yönetimlerindense, demokratik ülkelerle iletişim ve iş birliğine daha çok önem veren bir örnek karşımızda dururken, bahsettiğimiz türde bir tarih yazımının çok da iyi niyetli olduğunu söyleyemeyiz [6]. Cumhuriyet ve İTC tarihinin yeniden yazımından bahsetmiştik. Burada bunu istenilen sonuçlara varma metoduyla, artık yapmamak gerekliliğine vurgu yapalım.

            Özellikle 80 ve 90’larda hız kazanarak yükselen bir “mozaik” siyasetinin varlığına günümüzde de şahit oluyoruz. “Azınlıklara, farklı kimliklere, inançlara, etnik kökenlere özgürlük ve haklarını verelim. Toplumda, siyasette onları ana unsur yapalım”, anlayışlarının had safhada olduğu bir dönemdeyiz. Lakin biz yine birkaç soru soralım. Sınıf meselesi yerine yalnızca kimlik politikalarının yeni gerçekliğimiz olduğuna nasıl karar verebiliyoruz? Neo liberal tahribatın teğet geçtiği kimlikler görebiliyor muyuz? [7] Benzeri sorular ile göstermek istediğimiz, Cumhuriyet’in ilk günlerinden bugünlere kadar geçirdiğimiz siyasal serüven gösteriyor ki, günümüzde kimlikler reddedebileceğimiz unsurlar değildir, olmamalıdır. Hem pragmatik açıdan hem de bir ideal olarak bu ne uygun ne de doğrudur. Ancak tek sorunumuzun da buna indirgenmesi, hali hazırdaki kalkınma problemimizi görmezden gelme durumuna bizleri sevk etmektedir. Gerçeklerden uzaklaşmadan mevcut durumu analiz etmek en doğrusu olacaktır. Uluslar hala bu dünyanın bir gerçekliğidir. Mesele onun içeriğini nasıl tanımlayacağımızdadır. Eşit yurttaşlık temelinde, din, dil, ırk farklılıklarının birer ayrışma sebebi olmadığı bir ulus kimliği, yurttaş kimliği oluşturulması gerekmektedir. Bu sayede ulus, sınıfsal ve sosyo-ekonomik problemlere, ayrışmalardan azade bir şekilde daha sağlıklı ve çözüm odaklı yaklaşabilecektir. Pek çoklarının asıl sorun olarak bahsettiği, “Dünya’ya yetişemiyoruz, insanca yaşayamıyoruz!” konularına iç itilafları sonlandırarak eğilebiliriz. Kemalist ulus-devlet politikaları ve sonucunu bu noktada eleştirebilir, istenilen sonuçlara varmadığı tespitini yapabiliriz. İşte burada bizim bu yarım kalmışlığı tamamlamamız, eksik veya hatalı noktaları halk ile temas halinde önce tespit sonra da tedaviye girişmemiz gerekmektedir. Mesele tüm dogma ve egolardan sıyrılarak bunu nasıl sağlayacağımızdır. Bunu topluluklar, bireyler arasındaki husumetlerin, kutuplaşmanın sona erdirilmesi ile sağlayabiliriz. Burada bundan önce olduğu gibi maksimalist, “ne kopartırsak kardır” yaklaşımları, “daimi mağdur kimlik” siyasetinin güdülmesi ve bunlara benzer çözümsüzlüklere hangi cenah girerse girsin, bir toplumsal mutabakatı engelleyecektir. Buna AKP dönemindeki açılım sürecini örnek olarak gösterebiliriz. Sivil toplumun ve diğer pek çok siyasi figürün samimi, öz eleştirel ve çıkarcı değil destekleyici yaklaşımı çok önemlidir (Burada uzun süreli iktidarlarından dolayı sağ-muhafazakar kanadın birkaç adım daha fazla atması gerekmektedir.).  Eğer otoriter yönetimleri, AKP sonrası tekrardan iktidarda görmek istemiyorsak, iletişimin ve birbirini anlamanın son derece önemli olduğunu kavramamız gerekmektedir. Birbirinden kopuk seçmenler mi olacağız, yoksa anlamaya çalışan yurttaşlar mı?

            Ulus dahilinde yurttaş kimdir? Günümüzde, özellikle de sağ-muhafazakar iktidarların tek yönlü, sığ politikalarının toplum üzerindeki etkisini son derece net hissetmekteyiz. O sebeple bu soruya vereceğimiz cevap bundan sonraki süreçte bir “sosyal enkazın” nasıl kaldırılacağı üzerine düşünmemizi gerektirir. Türkiye örneğinde bir ulus, çok renkli düşünülmek zorundadır. Bunun aksi, “mahallelerin birbirini erittiği” bir savaş döngüsünden ibaret kalacaktır. Kimliklerin reddedilmediği, örneğin LGBTİ+ bireylerin, azınlıkların, Alevilerin ve daha pek çoklarının kişisel hak ve ihtiyaçlarının karşılanması, onların “öteki” konumundan, “biz” içerisine dahili çok önemli hususlardır. Buradaki hak ve ihtiyaç hususu da yine toplumun istekleri ve halkın bütününün faydası ile ölçülebilecek bir durumdur. Bu ölçümü de çatışma ile değil, iletişim ile sağlayabiliriz. Bunu çarpık anlayışlara ve günü kurtarma siyasetlerine kurban edersek, ülke için önemli fırsatları kaçırmış oluruz. Bu çarpıklığa en güzel, terörist elebaşının kardeşini seçim öncesi TRT’de konuşturmalarını, Cem evlerine hala daha ibadethane statüsünün verilmemesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu örnekleri arttırmak mümkündür.

Laiklik

            Laiklik, farklı unsurların da bir arada, özgürce yaşayabilmesi, fikirlerini rahatça belirtip, tartışabileceği bir ortamın varlığı açısından ve dini, vicdani öğelerle insan sömürüsünün önünü kapaması noktasında çok önemlidir. Bir Kemalist’in bunun savunuculuğundan vazgeçmemesi gerekir. Elbette burada tekrardan karşımıza yöntem mevzusu çıkıyor. Bu laik anlayışı ve politikaları dayatmacı uygulamak, kavramın kendisine haksızlık etmek olacaktır. Unutulmamalıdır ki, bir insani değerler sistemi olarak tanımlanan hümanizm, cinsiyet, inanış veya başka bir fark gözetmeyen ulusçu ve eşitlikçi yapısı ile laik cumhuriyetin temel felsefesidir. Özgürlükçü, seküler bir anlayıştan bahsediyoruz. Bunu yalnızca diğer kimliklere nasıl davranacağı hususunda değil, eğitim, hukuk, dış politika gibi alanlardaki politikaların da şeklini belirlerken önemli olacağını söylemeye gerek dahi yoktur. Özellikle de dinsel saiklerle, bilimden son derece uzaklaştırılmış, dogmalaşmış ve gerici tutumların etki alanındaki eğitimin seküler, özgürlükçü ve ilerici çizgiye çekilmesi, gelecek açısından bir zorunluluktur.

             Günümüzde bırakın eğlenme, fikir belirtme özgürlüğünde/ihtiyacında, eğitim, sağlık gibi hayati unsurlarda dahi adalet ve eşitlik son derece sorunlu bir vaziyettedir. Bundan iyi, yön ve politika belirleme emaresi olamaz diye düşünüyoruz. Burada sivil topluma düşen görev ve sorumluluklara da kısaca değinmek gerekir. Kişi hürriyetinin özellikle de muhafazakar aile ve topluluklarca yer yer yok sayıldığı ve çiğnendiği bir gerçektir. Buna çocuğunun giyim tarzına, müzik zevklerine, yaşam biçimine, düşündüğü şeylere kadar karar veren ebeveynleri örnek olarak gösterebiliriz. İnsanlara dair bu “küçük” hikayeler bile laikliğin nasıl aşındırıldığını ve ihtiyacımız olduğunu bizlere gösteriyor. Burada kullandığımız muhafazakarlığı, yalnızca İslami kimlikle bağdaştırmamakta fayda vardır. Lafın özü sorunlarımızı yalnızca üst yapı kurumlarına indirgemeden, daha geniş çerçeveden, özellikle de halk açısından önce tespit sonra da tedavi etmemiz gerekiyor. Burada “aile sırları” kavramı üzerine hakiki bir çalışma gerekmektedir. Bozulan kişi ve toplum ahlakının Netflix ile açıklanamayacağını düşünmekteyiz.

Dış Politika

            Dış politika meselesine yer yer değindik fakat biraz daha açalım. Genel tanımını, bağımsızlıkçı, barışçı ve Dünya’dan kopmamış bir politika olarak yapabiliriz. Aslında ekonomi ile çok iç içe olan bir konudan bahsediyoruz. Küreselleşmenin had safhalara vardığı şu dönemde, kapitalist bir ülke olarak Türkiye’nin, iç ve dış sermayeye bakışı da çok önemlidir (Tanımı yaparken, alt sınıfları ezen kapitalizmin yönlendirmesindeki ülke Türkiye demek daha doğru olabilir.). Vahşi kapitalizmin sınıfları sömürdüğü, sermayedarlar ile halk arasındaki mesafenin giderek arttığı ve yoksullaşmanın buram buram yaktığı şu dönemde, sosyal-demokratların bu kapitalizmin ehlileştirilmesine dair görüşleri, ne kadar uygulanabilir, tartışılır fakat Kemalizm, sömürülen geniş kitlelerin yanında yer almak zorundadır. Burada idare-i maslahatçı pozisyonun artık halkın çıkarları ile son derece çatıştığı bir aşamadayız. İşte bu noktada dış politika da bu odak noktası ile yürütülmelidir. Yani halk! Milli çıkar olarak bahsedeceğimiz unsur devlet ve sermayeden çok halktır. Yaranmacı, bağımlılıkçı (stratejik ortak olarak yumuşatılan), dengesiz ve ideolojik yürütülen bir politikanın halkın ne kadar zararına olduğunu zaman bize göstermiştir. Son dönemdeki Mısır, Suriye, AB politikaları bunu, bize açık ve net bir biçimde göstermektedir.

            Mülteciler, Doğu Akdeniz ve buna benzer konularda günlük ve ideolojik yaklaşımlardan ziyade artık halkın çıkarları odaklı gitmekte fayda vardır. Ancak bu noktada içinden çıkılmaz bir yere doğru sürüklenmekteyiz. AKP sonrası süreçte, örneğin bu bahsettiğimiz mevzularda şimdi olduğu gibi Batı ile çatışmalı durumlar bizi beklemektedir. Onların çıkarları ile bizimkilerin çeliştiği bir durumdan bahsediyoruz. Bu da mevcut durumun geldiği hal, yürütülemeyen süreçler ve Batı ülkelerinin çıkarcılıkları ile alakalıdır. Son dönemdeki Belarus vakasında da AB’nin, Belarus’a istikrarsızlaştırma üzerinden eleştiri yöneltip, buradaki insani durumu görmezden gelmesine şahit olduk [8]. Bugün olduğu gibi idare edilememe probleminden dolayı değil aksine daha omurgalı olduğumuzda da menfaatlerin çeliştiği vakalardan kaçınamayacağız. Kıbrıs meselesinde de bu, en çok karşılaşacağımız durum olacaktır. Biz Kemalistlere düşense bu tip örneklere somut çözüm önerileri üretmek, bunu yaparken de Batı kindarlığına kaymamak olmalıdır. En başta da bahsettiğimiz gibi, otoriter modernleşmedense, demokratik modernleşme ana yönelimimiz olmalıdır. Salt güvenlik kaygısı ile değil, kazan-kazan anlayışı ile karşılıklı iş birliği halinde yürüyen bir dış politikadan bahsediyoruz. Elbette ABD ve Yunanistan gibi, teslimiyetçi bir örnek de aklımızın ucunda durmalıdır. Burada da görüldüğü üzere “Batı” bazen toz pembe politikalarla karşımıza çıkmıyor.  Özellikle de ABD’nin, Ortadoğu’nun tutucu, otoriter yönetimleriyle kurduğu derin ittifak ilişkileri, aklımıza ilk gelen örneklerden olacaktır. Ancak bu yazıda aktardıklarımız, Türkiye açısından yaptığımız bir yorumdur. Kendi iç politikamızdaki anti-demokratik unsurları kırmak için devlet stratejisi ne olmalıdır? Sorusu ile ilgilendik.

Sınıf Mücadelesi

            Kemalizm bugün hangi sınıflara dayanmalıdır? Devlet ve bireyin halk ile ve onun içerisindeki farklı etnik, mezhepsel, dini ve diğer kimlikler ile olan ilişkisine ve onlara bakışına dair yorumlarımızı belirtmiştik. Burada Kemalist pratik hangi toplumsal tabanda ilerlemelidir? Biraz buna cevap arayalım. Çünkü ne kadar kapsayıcı hareket etsek de bu sahada yani “gerçekler” ile bir araya geldiğimizde, muhalefetteki bir Kemalizm kendi çıkar grupları ile, kendi sınıfı ile bu mücadeleyi pratikte yürütebilir. Peki bu sınıf nedir? Burada tek bir unsur ile bunu yorumlayamayız. Günümüzde, daha ilk başta bahsettiğimiz, AKP otoriterliği sonucunda özgürlükler için Atatürk imgesine sarılan kitleler çok farklı kesimlerden bireyleri kendi içerisinde barındırıyor. Bunlara “Post-Kemalizm” sürecinin şampiyonluğunu yapmış insanları bile dahil edebiliyoruz artık (Elbette samimiyet, burada ölçülebilir olmadığından bir soru işareti bırakmakta fayda var.) [9] Bu kitle içinde, milliyetçi, muhafazakar, azınlık, seküler, Cumhuriyetçi, Kemalist, Ulusalcı, Liberal,  Demokrat pek çok unsuru görebiliyoruz. Tüm bu unsurlara önceden de bahsettiğimiz kapsayıcı yurttaşlık anlayışı ile yaklaşarak iletişimi sağlıklı tutabiliriz. Ancak Kemalizm saflarında hepsini görmemiz pek mümkün değildir. Bunun gerekli olduğunu da zannetmiyorum. Ancak birtakım sınıf ve topluluklara da devrimsel mücadelede ihtiyacımız olduğunu görmemiz gerekiyor. Herkese hitap etmeye çalışırken, kimseye hitap edememe problemi ortaya çıkabilir. Bizler için iyi bir örnek olması bakımından prekarya sınıfından bahsedebiliriz [10],[11]. Sürekli iş güvencesi ve sürekliliği bulunmayan işlerde çalışan bir sınıf olarak görüyoruz prekaryayı. Gezi Parkı olayları Türkiye’deki en bariz örneklerinden birisidir. Çalışma ve yaşam koşullarının giderek zorlaştığı bir dönemde, Kemalizm ekonomik anlamda eğer çözüm üreten bir konumda olursa, bu geniş kitleyi mücadelesi içerisine dahil etmemesi için hiçbir neden yoktur. Kemalizm’in sosyo-ekonomik hususlardaki basiretsizliğine odaklanarak çözüm yolları aramak gerekmektedir. Yalnızca tarih ve dış siyaset hususlarından dışarıya çıkamayan bir görüşün pek de var olabilme şansı yoktur.

            “Ötekiler” olarak, karşımızda duran unsurların da yine mücadele içerisine dahilleri mümkündür. Buna cinsel ve etnik kimlikleri, geneli sünni olan, sağ-muhafazakar kitlelerce reddedilen ve toplumdan soyutlanan unsurları da dahil edebiliriz. (Sünni eleştirisi, burada bir tespiti ortaya koymaktadır.) Örneğin LGBTİ+ bireyler buna çok iyi bir örnektir. Toplumun büyük çoğunluğunun reddettiği bu bireyler ile kurulan olumlu ilişkiler Kemalizm’in içeride ve dışarıda barış politikasının çok iyi bir yansıması olacaktır. Burada bir idealden bahsediyoruz aslında. Kemalist mücadeleyi nicelik bakımdan genişletme değil özünde zihnen doğru konumda tutma mevzusudur. Çünkü takdir edersiniz ki “ötekilerin” toplumdan soyutlandığı yerde onların destekçilerinin de bundan payını alması kaçınılmazdır. Ancak Kemalizm, doğru ile başarının iç içe geçtiği bir sonucu bize vermelidir. LGBTİ+ gibi hassas konularda da söz sahibi olmak zorundayız. Bırakın kendilerini ifade etme hakkını, yaşam hakları bile tehlikede olan bir kesim olarak karşımızda duruyorlar. Homofobinin kendini en ilerici olarak takdim eden unsurlarda bile varlığına şahit oluyoruz. Bu kendi içindeki zıt durumları, Kemalistler göstermemeli, Atatürkçülük, vatanseverlik adı altında tutucu fikirlere kapılmamalıdır. Buna, “Boğaziçi eylemlerinde, Türk bayrağı yerine LGBTİ+ bayrağı kullanıyorlar.” şeklinde “suçlamalarda” bulunan kesimleri örnek olarak verebiliriz [12]. Bu olayları, Türk bayrağını taşımayarak sanki kabahat işliyorlarmış gibi yorumlayanların, Atatürk’ün şekle değil fikre dayalı fıtratıyla alakaları olmasa gerektir. Cinsel kimliklerin yanında, kadın haklarının da artık ciddi adımlar atılması gerekilen noktalardan biri olduğunu belirtmek gerekir. Sırf kadın olduğu için psikolojik ve fiziksel şiddet gören, cinsel istismara maruz kalan insanlar da uğruna mücadele etmemizi zorunlu kılan meselelerin başında gelmektedir. Pek çok örgütte olduğu gibi “kadın kolları, kadın kotası vb.” gibi (Gençlik kolları ve kotasını anımsatıyor.) son derece pasif, “çözüyormuş gibi” olan çözüm yollarından vazgeçmemiz, müsaade edilen değil, karar alıcı konumda yer alan bir kadın figürünün normalleştiği anlayışlara sahip olmamız gerekmektedir. Bu önce zihnen çözmemiz gereken bir meseledir [13].

Kürt kesimi içinse şunları söyleyebiliriz. Kürt siyasi hareketi çok uzun bir süredir faaliyet göstermektedir. Bu süre boyunca Kürtler ötekileştirmelere, kimliklerinin reddedilmesine çokça maruz kalmışlardır. Demokrasinin içerisinde görülmedikleri bir süreçtir. Ancak bunun dışında mücadelelerini genellikle terörle iç içe, kanlı bir şekilde de sürdürdükleri görülmektedir. Elbette tüm bir kesim için genelleyemesek de ana hattın bu olduğunu söyleyebiliriz. Halk ile siyasal kanatlarının çıkar ve menfaatlerinin de yer yer çeliştiğini belirtmekte fayda var. Daha çok kimlik hakları ile karşımıza çıkan siyasilerin, bölge halkının kalkınamama problemlerini yadsıdıkları görüyoruz. Bu bağlamda Kürt siyasi hareketi kendi özeleştirisini yapmak zorundadır. Günümüzde de hala bahsettiğimiz problemlerin yer yer devam ettiğini görmekteyiz. Tüm bu süreç sonunda geldikleri nokta, artık kimliklerinin, varlıklarının reddedilmediği, bir suç unsuru teşkil etmediği döneme evirilmiştir. Diğer pek çok sınıfın, kimliğin yaşadığı demokratik ve ekonomik problemlerden Kürt kesimi ve Doğu coğrafyası da nasibini almaktadır. Bu sebeple “mağdur kimlik” üzerinden yürütülen 80’ler ve 90’ların politikalarının artık zemininin çok da kalmadığını söyleyebiliriz. Eşit yurttaşlık temelinde, sosyo-ekonomik problemlere odaklı kurulacak politik yönde, Kürtlere ve diğer her kimliğe Kemalizm içerisinde yer vardır. George Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde vurguladığı gibi “Bütün Hayvanlar Eşittir! Ama Bazıları Daha Eşittir! gibi bir eşit yurttaşlıktan bahsetmiyoruz. Bu minvalde sözde Kürt siyasal hareketi olan HDP’nin kavramların içini boşaltışına da kanmamak gerekmektedir. “Sosyo-ekonomik anlamda herkesin eşitliği” siyasal partilerin sloganlar arşivinden çıkarılmak zorundadır.

Kemalist Pratik

            Kemalist Pratik nasıl olmalıdır? Bunun içeriğine çokça kez değindik. Şeklen de ihtiyacımız olan birkaç meseleden bahsetmemiz gerekiyor. Siyasette denge unsuru haline gelebilmek, birkaç mesele ile paralel ilerleyen bir durumdur. Belirli sınıfları mücadelenin sürükleyicisi yapabilmekten bahsettik. Buna ilaveten somut bir programın oluşturulması halk kitlelerini mücadelenin içerisine dahil etmeyi mümkün kılacaktır. Yani kültür, sanat, sanayi, ticaret, tarım, köy/köylü, eğitim, ekonomi, spor gibi pek çok alanda Kemalizm bugün bize ne anlatıyor? Sorusuna yanıt aramak ve somut çözüm önerileri sunmak önemlidir. Ortaya çıkacak olan sonuçlar Kemalizm ile hiç bağdaşmayacağını düşündüğümüz veriler olabilir. Burada Kemalizm’in devrimciliği bizlere her şeyi sorgulama ve değiştirebilme yetisini vermelidir. Bunu halkın ve ülkenin refah ve mutluluğu ile ölçebilir, faaliyet alanına bu kıstaslar ile dahil edebiliriz.

            Kemalizm’in popülerleşmeye, başarılı olmaya ihtiyacı vardır. Bunların birbirlerini takip eden süreçler olduğunu söylemek gerekir. Burada nitelik anlamında kaliteli hizmetler sunmak, nicelik bakımından da ilerlemeyi beraberinde getirecektir, şeklinde düşünebiliriz. Her ne kadar niteliksiz kitlelerin birikiminin, hareketin zararına olacağı düşünülse de nicelik artışı durum ve şartlara bağlı olarak beraberinde niteliği de arttırabilme potansiyeline sahiptir. Popülerleşme mevzusunda, günümüzde Atatürk imgesinin demokrasi ve özgürlükler bağlamında kullanımının arttığını söylemiştik. Aslında bu kitle, daha da nitelik kazandırılabilecek, kurulu düzenle sorunları olan, çoğulcu demokrasiye hasret, belirli potansiyellere sahip ve geneli genç bir kitle olarak karşımızda duruyor [14]. Programını oluşturan, Kemalist bir kadronun, hareketini güçlendirebileceği bir ortam kendiliğinden hazır diyebiliriz. Bu noktada var olan veya kurulacak olan örgütlerin kurumsallaşması, ideolojik, pratik altyapılarının oturmuş olması, eylemsellik açısından önemlidir. İlerleyen aşamada partileşmek artık tüm bu birikim ve örgütlenme sonucunda iktidardan evvel ki son nokta olacaktır. Zannediyorum ki bu doğal süreç olarak kendiliğinden vuku bulacaktır. Öte yandan bu süreç esnasında, reel-politikten etkilenmek, yararlanmak da kaçınılmazdır. Muhalefetin, iyice büyüyüp, güçlendiği ve başkalaştığı bir dönemde, muhaliflerin eleştirilerinde çok yönlü ilerlediğini görmekteyiz. Bunların kimisini doğru, kimisini yanlış bulabiliriz fakat güncel siyasette denge unsuru olmak tam da bu politikaların göbeğine atlamak, onlara bir yorum getirmek demek oluyor. Burada Kemalizm’in/Kemalistlerin ilerlemelerini de iyi yönlendirmesi gerekmektedir.

            İdeolojik altyapı, ciddi anlamda önemlidir. Önceki bölümlerde bahsettiğimiz, temeller, ilerisi için makul hedef ve bakış açıları, tam da Kemalizm’in yapısından kaynaklı, kişi, kurum, topluluk, olay ve zamanlara göre değişiklikler göstermektedir. Literatürde ezberletildiği gibi bir “tek Kemalizm” anlayışının olmadığını kavradığımız an bu farklılıkların farkına vardığımız an olacaktır. İşte bu an bizler için kıymetlidir. Bu anı yakalamak demek, renkliliklere de saygı duymanın en mantıklı seçenek olduğunu kavramak demek olacaktır. Tüm bu sebeplerle, Kemalizm’in günümüzde de pek çok yorumu yapılabilir. Mesele dogmatik olmadan, eleştiri ve yorumlara, yani iletişime açık olmaktır. İdeolojik düşünme ve yaklaşım herkesçe yapılmak zorunda değildir. Ama birilerinin de bunu yapması gerekir. Son zamanlarda çok fazla duyduğum için söyleme gereksinimi hissediyorum. “Sağ, sol Kemalizm yoktur. Bu gibi ifadeler bizi böler, çatıştırır.” Aslında olaya tam tersi açıdan bakmak gerekiyor. “Bizi” ifade etmek için, zaten birbirinden ayrı kütleleri/anlayışları tanımlamak için kullanılan önadlardır sağ ve sol ifadeleri. “İdeoloji ve fikirler zaten hazır, suyu daha fazla bulandırmaya gerek yok” minvalindeki bir bakış açısı pek de gerçeği yansıtmamaktadır. Dinamik olduğunu belirttiğimiz bir düşünce hakkında, bu denli dogmatik yorumlar yapamayız. Ayrıca “suyu bulandırmak” bazen tam da gerekli olandır. Çatışma ortamının bitmesi, birlik sağlanması amacı ile, bir kısmı gayet temiz gayelerle yapılan bu tip eleştirilerin, Kemalizm’in ana çizgisi ile de ters olduğunu belirtebiliriz. Bu mevzularda çatışmak, kişisel tercihtir. Bir zorunluluk değil.

            Teori ve pratik noktasında elini taşın altına koyan, cidden kısıtlı imkanlarına rağmen yayınlar, faaliyetler yapan çeşitli dergi ve hareketlerin varlığını da söylememiz gerekiyor. Bu tip kitle ve düşünsel işler tam da ihtiyacımız olan hareketlerdir. Bunları takip edip, katkı sunmakta fayda olduğunu belirtelim [15],[16],[17]. Son olarak büyük bir umutla, geleceğe yönelik çalışabilecek potansiyele sahip Kemalist, Türkçü-milliyetçi, sosyalist birtakım kesimlerin yer yer bir araya gelerek, yer yer de kendi alanlarında büyük bir çaba ile mücadelelerini yükselttiklerini söylemek isterim. İlk kısımda bahsedilen bazı çekinceler devam etmekle birlikte, bunların aşılmaya başlandığını ve bunun da tabana yavaş yavaş yayıldığını, artık mevcut sorunların çözümüne kafa yorulduğunu, daha gür seslerle görmekteyiz. Bu cidden umut vericidir ve bu mücadele sonuna kadar devam etmelidir. [18]

Kaynakça

[1] Doğan Avcıoğlu, 1980, ‘’Devrim ve Demokrasi Üzerine’’

[2] Georgi Zelengora, 2014, ‘’Balkan Savaşı: Kitlesel Ölüm ve Etnik Temizlik’, Belleten Dergisi, Cilt 78, Sayı 281, s.315-342

[3] Zafer Toprak, 2006, ‘’Ermeni Sorununda Dünü İnşa Etmek ya da Mukatelenin İcadı’’, Toplumsal Tarih, sayı 147, s.18-25

[4] Zafer Toprak, 2006, ‘’İttihatçıların Türkleştirme Politikası’’, Toplumsal Tarih, sayı 146, s.14-22

[5] Zafer Toprak, 2010, “Doğu Anadolu’da ‘Uygarlaştırıcı Misyon,’ içinde: Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik – Dersim-Sason (1934-1946), İstanbul; Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 7-10

[6] https://www.politikyol.com/degisen-mustafa-kemal-algisi-ii/

[7] http://www.toplumveutopya.com/modernite-bitti-mi-omer-atagenc/]

[8] https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/belarus-polonya-sinirinda-neler-oluyor-multeciler-caresizce-arada-kaldi-6767891/

[9] https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

[10] https://anlikdergisi.com/yirmi-birinci-yuzyilda-kemalizm-uzerine-bazi-dusunceler-2/

[11] http://www.toplumveutopya.com/prekarya-yeni-tehlikeli-sinif-guy-standing-haftanin-kitap-onerisi/

[12] Büşra İşgüzar, Burak Gümüş, 2021, ‘’ Politikleşen Bedenler: Kemalizm Bağlamında LGBTİ+Lar’’, Anlık Dergisi, Sayı 19, s.27- 29

[13] https://www.youtube.com/watch?v=lTfzovbxX30

[14] https://www.politikyol.com/her-3-gencten-ikisi-katilimci-demokrasiden-yana/

[15] https://kemalistyon.com/

[16] https://www.youtube.com/c/Hararet

[17] https://anlikdergisi.com/

[18]https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/buyuk-kemalizm-kurultayi-ankarada-yapilacak-1890958

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir