Devrim Hareketlerine Sanatın Etkisi – 1
PETÖFİ’NİN YERALTI KOROSU
Sanatın siyasetle ilgisi, siyasetin sanatla ilgisi ile aynı çizgidedir. Daha başka bir deyişle, sanatın siyasetle ilgilendiği kadar, siyaset de sanatla ilgilenir. Buradaki aşk, karşılıklı bir temas halinde olmak zorundadır; yani platonik aşka her ikisinin de tahammülü yoktur.
“Platonik” demişken, sözcüğün isim babası Platon’u tam da burada anmalı. “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır.” demişti ünlü filozof. Hem de yaklaşık 2500 yıl önce… Her sanatçının bir “aydın” olma zorunluluğundan hareket edecek olursak, sanat ve siyaset arasında kangrene dönmüş bir platonik yaranın, 2500 yılda kronik bir vakaya dönüştüğünü kabul etmemiz gerekir.
Bu yüzden, yazımı size aynı yoğun bakım odasında yatmakta olan sanat ve siyasetin yanından yazıyorum. Beni duyduklarını düşleyerek, ikisine de, bu duruma düşmelerinin nedeninin, birbirlerine karşı duydukları aşırı ilgisizlik olduğunu söylüyorum. Hatta bu ilgisizliğin kine ve nefrete dönüştüğü zamanlar olduğunu anımsatıyorum. Bunu söyleyince sanat biraz gözünü aralar gibi oluyor; ama siyasette o da yok…
İnsanlığın bu kuşağı olarak sanırım bir şeylerin sonuna denk geleceğiz. Belki de dünyanın sonuna… Bilim insanlarının söylediklerine göre, 3. Dünya Savaşı’nın “su” nedeniyle çıkma olasılığı güçlü görünüyor. (Gerçi bir dünya savaşının çıkması için “su”dan bir nedene bile gerek olmadığını ilk iki dünya savaşında gördük.) Hem de içinde yaşadığımız yüzyıl tanık olacak buna… Çok uzak bir gelecekte olmayacağı kesin…
Yani Birinci Dünya Savaşı’na “Avusturya – Macaristan İmparatorluğu veliahtının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi” kılıfını uyduran “dünya”, bakalım buna düpedüz “su” deme cesaretini gösterecek mi… İlginçtir, o ünlü “Sırp milliyetçisi”nin adı da Princip’ti… Yani ilk paylaşım savaşında, efendiler “prensip”te anlaşıp bazı devletlerin bonservisini bedavaya getirmek istemiş, – hâlâ bu saptamaya inanan varsa – Almanya yenilince biz de yenilmiş sayılmıştık.
Bu arada, bir “Avusturya – Macaristan İmparatorluğu”ndan söz ettik, değil mi?
Televizyon ekranlarından afili birkaç söz edince ve üstüne de Twitter’dan iki “helal olsun” iletisi alınca, kendisini “tarihçi” sanan ve adının altına böyle yazdırdığı yetmiyormuş gibi kartvizit bastırıp dağıtanlar kadar “bilmiş”liğim olmasa da, başlayan bu yazı dizisinde birkaç naçizane sözüm olacaktır; kabul buyurursanız.
Macarların ulusal şairi Sandor Petöfi, tiyatrodan meslektaşım olur. Sanata getirdiği vatansever duyarlılıkla da aynı ruhu taşımakla övündüğüm bir kardeşim gibi görürüm.
“Kardeşim” dediğime bakıp da çağdaşım sanmayın. 1849’da, 26 yaşındayken ölmüştür… Bir sanatçının ülkesi için neler yapabileceği konusunda eşsiz bir örnektir, Petöfi. Hem de 26 yıl gibi, kısa bile denilemeyecek kadar az yaşamışken…
Peki, kimdi Petöfi?
Macarların Avusturya’ya karşı bağımsızlık hareketine giriştiği 1848’de, gençlik önderi olarak, “Ulus Şarkısı” adlı şiirini meydanda bağıra bağıra okumuş ve milletinin bağımsızlık şarkısı için ilk notaya basmıştır. Nota, elbette “sol”dur… Tarihte, bir sanatçının bir ülkeye verdiği “nota”lardan biridir.
“Haydi Macar, uyan!
Vatan seni çağırıyor…
Tam zamanıdır…
Ya şimdi,
Ya hiçbir zaman!”
Bir bağımsızlık kavgasına başlamadan önce bir şairin sanatın gücünü ulusu için kullanması, bugün bize ne yazık ki, yabancı geliyor. Her şeyimize bir “yabancı” damgasının vurulmasıyla, kendimize yabancılaşmamızın eşzamanlı olması rastlantı değildir. Hatta değiştirilen demografik yapıyla, kendi ülkemizde “yabancı” oluşumuzla eşzamanlılığı hiç rastlantı değildir.
Petöfi, aynı meydanda ulusuna karşı bir de söz vermiştir:
“Macarların tanrısına and içerim!
And içeriz ki, artık esir olmak yok!”
Buraya kadar her şey güzel… İşin en can acıtan kısmı ise, bundan sonra başlar.
1849’da Macar ordusuna girer Petöfi ve Segesvar’da Avusturyalılara karşı savaşırken ölür…
Gerçek bir aydına ait bir şiirin büyüsü, bazen emperyalizmin ulusal değerleri silip süpürmek için gönderdiği süpürgeli cadılarının büyüsünden daha keskin olabiliyor.
Nasıl mı?
Petöfi, “Bir Düşünce Kurcalar Kafamı” adlı şiirinde, kafasını kurcalayan soruyu sorar, şiirine başlar başlamaz:
“Yatakta, başım yumuşak yastıkta mı ölmeli?”
Savaşacak onca neden bulan dünya, top namlusuna yerleştirilmiş gibi durmaktadır evrende. Çok kimlik değiştirmiştir, “toz ve duman bulutu” halinden sonra. Siyasetle sanatın kavgası tam da burada başlar. Sanat, çoğu kez bir kedi gibi dünya denen “yumak”la eğlenceli oyunlar oynamak istemiş; siyasetse barutu icat edip o namluyu ateşlemiştir… Aynı siyaset, dinamitin muciti Nobel adına “barış” ödülü de vermeyi ihmal etmemiş, bu onurlu hareketini 2009 yılında ABD Başkanı Barack Obama’ya Nobel Barış Ödülü vererek taçlandırmıştır. Obama’nın ne kadar barış aşığı olduğunu, eski Irak topraklarına gelip de komşumuz olduğundan beri daha iyi biliyoruz… “Komşu komşunun külüne muhtaç.” deriz ya, zaten Irak’tan geriye de külden başka bir şey kalmamıştır. Zaten bir ABD başkanının mantıksal olarak “barış yanlısı” davranması olanaksızdır; ister Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun, her başkan emperyalist sistemi yürütmekle görevlidir. Ayrıştıkları konu, “kürtaj” gibi konular… Bu da Afrika’daki çocuğu da ilgilendirmiyor, Afganistan’daki kadını da.
Peki, bu durumda, siyasetin bu akla zarar zekâsına karşı, sanata bir köşeye çekilip sinmek mi düşer, yoksa o siyasete girip onu adam etmek mi?
Bizim akla zarar bazı “sanatçı”larımıza göre, “siyaset” hiç ilgilenilmemesi gereken bir konudur…
Örneğin yıllar önce Teoman, Kenan Erçetingöz adlı magazin programcısının, “Siyasetle ilgili düşüncelerin nedir?” sorusuna, “Siyasetle işim olmaz!” diye yanıt vermişti… Aynı Teoman, “Duş” adını verdiği şarkısında, “Güneşteyim, eriyor balmumum / Sapır sapır dökük kanatlarım / Aksın bacaklarından oluk oluk / Milyonlarca doğmayacak çocuklarım!” diyordu… Yani kendi “doğmayacak çocuklarıyla” bu kadar ilgilenen bir “sanat” anlayışına sahipken, doğmuş milyonlarca çocuğun açlık ve yoksulluğuna tek çarenin “siyaset” olduğunu anlamayacak kadar “sıcak duş”un rehavetinde kaslarını gevşetmiştir!
Neyse efendim, Petöfi ne diyordu şiirinin başında?
“Yatakta, başım yumuşak yastıkta mı ölmeli?”
“Macarların tanrısı”, Petöfi’ye o şiirinin devamında istediği gibi bir ölüm armağan etmiş, “Ayakta, yıldırımla parçalanan bir ağaç gibi, / kasırgayla devrilen bir ağaç gibi ölmeyi, / uçuruma yuvarlanan bir kaya gibi, / tepeden tırnağa titrete sarsa yeri göğü.” dizelerinin hakkını verircesine, onu ülkesinin bağımsızlığı için savaştığı cephede toprağa vermiştir…
Bugün Macarların ulusal şairleri için ziyaret edebilecekleri bir mezar yoktur; çünkü Petöfi, diğer kahramanlarla birlikte aynı çukura yuvarlamıştır ölü bedenini…
Yalnızca Macaristan değil, dünyanın neresine giderseniz gidin, yürürken, yerin altından güle oynaya bir bağımsızlık türküsü yükseldiğini duyarsanız eğer, koro şefi Petöfi olabilir.
Dikkatle dinlemenizi isterim…
UTKU ERİŞİK
Similar Posts:
- Onur Erülker Yazdı: “MİLLİ EKONOMİYE GEÇİŞ YEMİNİ: İZMİR İKTİSAT KONGRESİ”
- TÜRKİYE’DE SOSYOEKONOMİK DEFORMASYON
- Ahmet Tutan Yazdı: “Bize Öz Türkçe Yaraşır”
- LAİKLİK NİÇİN YAŞAMSALDIR?
- YENİLGİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE
Utku Bey, gayet kıymetli bir konuya akıcı bir üslupla değinen yazınız için sizi tebrik ediyor ve yalnız ismiyle dahi Türk gençliğine kendini benimsetme becerisine sahip derginin ilk sayısını; hazırlayan ve okuyanlar adına kutluyorum. Her birinizin kalemine ve emeğine sağlık.
Sanatın ve siyasetin birbirine olan etkileri muhakkak üzerinde durulması gereken bir husus. Sosyal yaşantımızın, istesek de istemesek de, merkezinde olan bu iki kavramın günlük hareketlenmelerine tepki veriyor ve onları sohbetlerimize meze ediyoruz ancak ikisinin varoluş ve etki sınırlarını anlayıp açıklayabildiğimizi zannetmiyorum. Tarihte sanatın, siyasi yönü değiştirdiğini de siyasetin sanatın gidişatını belirlediğini de gözlemleyebiliyoruz. Avrupa Aydınlanması sanatın özgürleşmesi ve şoför koltuğuna geçmesi yönünde muazzam bir kırılma yaratmıştır lâkin sanatın halen daha iktidarlar ve toplumlar şemsiyesinin altından çıkarak onlara yol göstermeye kabil olduğu söylenmez. Belki de bu durum sanatın varoluşuna ve siyasetle olan doğal bağına terstir. “Sanat toplumun aynası mıdır rehberi mi?”, “Bir sanat eseri, doğduğu toplumun davranışlarından ve fikirlerinden bağımsız vücuda gelebilir mi?” gibi ikircikli sorular cevaplandırılmamışken; kendini ifade etmenin yanında çıkar sağlamaya da ihtiyaç duyan sanatçının, çıkar dağıtıcı konumundaki siyaset kurumuyla muhtemel çatışması etüt edilmemişken sanata şu veya bu görevleri yüklemek temelsiz kalacaktır. Açıkçası sonraki yazılarınızda sanat ve siyaset kavramlarının yukarıda değindiğim bulanık noktalarına dair cevaplarınızı, fikirlerini veya dokunmak ihtiyacı duyduğunuz başka gri noktaları okumayı da çok isterim.
Şahsen ben, etkinin toplumdan sanata aktığını zannediyor ve böyle bir durumda sanatın rehber değil analist rolünü üstlenmesini akla yatkın buluyorum. Yani ondan önümüze düşüp işleri yoluna koymasını değil biricik bakış açısıyla durumu aktarmasını bekliyorum.