GenelYazılar

Bahadır Gürbüz Yazdı: “Bir Seçim Analizi”

Daha önceki yazılarımızda Modernleşme üzerine düşüncelerimizi bir yazı dizisi halinde ele alarak ana akımın dışında (heterodoks) bir modernleşme okumasının mümkün olup olmadığını tartışıyorduk ve bu bakış açısıyla Türk modernleşmesini de analiz etme çabası içerisindeydik. Süreç olağan seyrinde ilerlemiş olsaydı uzun bir yazı dizisi neticesinde belirli bir bilgi ve analiz seviyesine ulaştıktan sonra yapmak istediğimiz tahlilleri – biraz da tarihe not düşmek maksadıyla– maalesef çok daha erken bir aşamada yapmak mecburiyetindeyiz. Sizler de anlayışla karşılarsınız ki birkaç gün sonra belki de cumhuriyet tarihinin şu zamana kadar ki en önemli seçimleri yapılacaktır.

Bundan evvelki yazılarımızda modernleşme anlayışını kapitalist gelişim süreçleri ile koşut (paralel) bir biçimde okumaya çalıştık. Temel noktaları yerli yerine oturtturduktan sonra geç modernleşme projesi olarak kodladığımız Kemalist modernleşme anlayışını ve cumhuriyet tarihini kapitalist gelişim ile birlikte değerlendirmeye ve bu sürecin sınıfsal tahlilinin en baştan yapmaya çalışacaktık. Ancak mevcut halde yaklaşan seçimler hasebiyle bu tarihsel çözümlemenin birçok safhasını atlayıp günümüze bir bakış atmak gereği hâsıl olmuştur.

Öncelikle başlıkta da yer alan Post-Truth ifadesinin ne olduğunu kısaca özetleyip asıl anlatmak istediğimiz mevzuya geçelim. Post-Truth söylemi görece çok yeni olmayan bir mefhum olmakla birlikte Donald Trump’ın başkanlık için aday olduğu kampanya süreci sonrasında siyaset bilimi literatüründe sıklıkla kullanılmaya başlanılan bir kavramdır. Bu kavramın Türkçe’ye ‘’Hakikat Sonrası Siyaset’’ olarak çevirisi yapılmaktadır. Popülizm ile direk iltisaklı bir olgu olan Post-Turth siyaset biçimi; tamamen duygulara hitap ederek, gerçekliğin üzerinin örtülmesi sonucu insanları tekrar edilen yalanlara inandırarak siyaset yapma anlayışıdır. Peki, bu söz konusu olgu yeni bir durumu mu ifade ediyor gerçekten? Bittabi, hayır. Gündelik siyasetin var oluşu kadar eski bir mefhumdan bahsediyoruz kesinlikle. Platon’un demagoji olarak nitelendirdiği retorik ustalığından hiç de bir farkı olmayan bu süslü kavramın nitelediği olgunun üstesinden gayet gelinebilir. Bunun yöntemi ise süreci sınıfsal analize tabi kılmaktan geçmektedir. Post-modern paradigma ile birlikte büyük bir güç kazandırılan ‘’söylem’’ analizi hastalığının reçetesi ‘’sınıfsal analizden’’ başkası değildir. Post-modern ‘’düşünürlerin’’ savlarına göre söylem açıkça sosyal gerçekliği inşa eden birincil olgudur. Daha yalın bir ifade ile söylem, gündelik yaşantımıza dair algılarımızı, hislerimizi vücuda getiren başat mefhumdur. Ancak bu noktada görmezden gelinen husus; sosyal gerçekliğin dışında bir de dışsal gerçekliğin varlığıdır. Dışsal gerçeklik ise bizim algılamalarımızdan ve hislerimizden azade bir biçimde varlığını devam ettirmektedir. İşte söz konusu bu dışsal gerçeklik ise ekseriyetle ekonomik temelde cereyan etmektedir. Dolayısıyla halen bu gerçekliği analiz etmek için en uygun araç sınıfsal analizdir.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız mantığı Ziya Paşa’nın veciz deyişi ile de özetleyebiliriz: ‘’Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz’’.

Şimdi bu girizgâhtan sonra mevcut halin tahliline geçebiliriz.

Gönül isterdi ki bütün bir cumhuriyet tarihinin sınıfsal analizini birlikte yaptıktan sonra bu aşamaya gelelim ancak şartlar şimdilik buna müsaade etmedi. Bundan sebep, birkaç aşamayı atlayıp tarihi 28 Şubat 1997’e ye kadar geri çekelim. 28 Şubat süreci temelde bir laiklik-gericilik ‘’söylemi’’ üzerinden tahlil edilmektedir. Ancak sosyal gerçeklik bu söylem üzerinden inşa edilse de dışsal gerçeklik bu durumdan ziyadesi ile farklı bir varoluşa (ontolojik temele) denk düşmektedir. Kısaca açıklamak gerekirse Türkiye’de 1980 itibariyle darbeler, yüksek oranda hâkim kapitalist sınıf tarafından mevcut sınıfsal kompozisyondaki (Gramsciyen anlamda Tarihsel Blok) dönüşümlere bir tepki olarak gerçekleştirilmiştir. 1960 haricinde 1971 muhtırası da dâhil olmak üzere 1980, 28 Şubat ve E-muhtıra dahi bu çerçeve içerisine dâhil edilebilir.

Cumhuriyet tarihinde kapitalist sınıf kompozisyonuna dair birçok farklı çözümleme söz konusudur. Lakin yazının boyutu göz önünde tutularak biz bunları şimdilik es geçeceğiz ve kendi tahlilimiz üzerinden direkt olarak devam edeceğiz. 28 Şubat Laiklik-gericilik söylemleri üzerinden okunan süreç aslında Hegemonyasını sürdürmek isteyen, cumhuriyet tarihinin başından beri (hatta ilk olarak İttihat Terakki zamanından başlayarak) devlet tarafından kollanan finans-kapital sermaye sınıfı ile onun karşısına alternatif bir güç olarak çıkmayı başaran ve aynı zamanda siyasallaşma sürecini de tamamlamış sermayedar sınıf arasındaki ‘’Güç’’(İktidar) mücadelesinin bir dışavurumudur. Kabaca bir tarif ile tam olarak doğru olmasa da zihinleri berraklaştırmak maksadıyla birincisini Tüsiad ikincisini ise Müsiad olarak kodlayabiliriz. İttihat Terakki döneminden itibaren ‘’Milli Burjuvazi’’ yaratmak gayesiyle desteklenen, 1950’lilerden itibaren küresel sermayeye eklenmiş ‘’İstanbul Sermayesi’’ olarak da isimlendirilen (ki aslında çoğunluğu İstanbullu olmayan) bu sermaye sınıfı, Asker ve Sivil Bürokrasi ile ciddi ilişkiler içinde uzun dönemli olarak Türkiye siyasetinin belirleyicisi olmayı başarmıştır. Ancak ‘’Anadolu Kaplanları’’ olarak da anılan ve deyim yerindeyse uzun yıllar kendi yağında kavrularak büyüyen sermayedar sınıfının özgelişimini tamamlayıp artık siyasi güce de ortak olmaya çabaladığı günlerden itibaren ciddi bir çatışma doğmuştur.

Bunun ilk göstergesi 28 Şubat sürecidir. Çünkü Erbakan önderliğindeki RP sınıfsal olarak her ne kadar alt-orta sınıf özlemlerini yansıttığını ifade etse de güçlü bir biçimde Müsiad olarak tanıdığımız yeni gelişen sermayedar sınıfının çıkarları doğrultusunda reel politikasını şekillendirmekteydi. Bu girişim onlar açısından hüsranla neticelendi. Ancak bu iki sınıf daha sonra biraz da zorlu bir uzlaşma ile Akp iktidarını müşterek olarak destekledi. Ancak Akp açık bir biçimde ‘’Anadolu Kaplanlarının’’ tarafında yer alıyordu. Bunu Recep Tayyip Erdoğan’ın Tüsiad’a karşı yapmış olduğu birçok beyanatta açıkça görebildiğimiz gibi ekonomi politikalarında güdülen anlayış da yine bu olguyu açıkça desteklemektedir. Bu süreç kısa sürede E-Muhtıra olarak bildiğimiz neticeyi doğurmuştur. Yine Laiklik-Gericilik çatışması olarak kamuya lanse edilen bu çatışmanın temelinde Tarihsel Blok içerisindeki alternatif hegemonya mücadelesinin var olduğunu açık bir biçimde söyleyebiliriz. Tarihsel gelişmeler neticesinde alternatif hegemonya inşasını gerçekleştirebilen ‘’Anadolu Kaplanları’’ uzun yıllardır kendilerine müsaade etmeyen ‘’İstanbul Sermayesini’’ galebe çalmış ve arzuladığı devlet desteğine nihayet ulaşmıştı.

Akp’den vazgeçen İstanbul Sermayesi kendisine uygun siyasi bir parti arayışına girişti. Ellerindeki en uygun aday tarihsel işbirliğinin de desteği ve ideolojik araçların da kısmi uyuşması sebebiyle CHP idi. Ancak CHP o gün şartlarında İstanbul Sermayesi ile belli başlı konularda doku uyuşmazlığı yaşıyordu. Doku uyuşmazlığına sebebiyet veren konuların başında CHP’ye hâkim olan Ulusalcılık, Devletçi Ekonomi anlayışı, Küreselleşme Karşıtlığı ve Ulus-Devlet gibi anlayışlar gelmektedir. Uzun süredir küresel sermaye ile eklemlenmiş söz konusu Sermaye Sınıfı için bahsi geçen hususlar, Hegemonya inşası için gerekli olan Tarihsel Blok ittifakı kurma noktasında ciddi engeller teşkil etmekteydi. Bu sermaye sınıfının küreselleşme ile problemi olmayan dolayısıyla Ulusalcılık ve Ulus-Devletle arasına set çekmiş, çokkültürcü, çok-etnililik hakları savunan, küreselleşmenin yerel dinamikleri için gerekli olan yerel yönetim özerkliğine destek veren, özellikle David Harvey gibi ‘’Yeni Emperyalizm’’ akademisyenlerinin vurguladığı Amerikan Hegemonyasına göbekten bağlanmakla problemi olmayacak (Zira 1 Mart tezkeresinin mecliste takılmasının baş mimarları Deniz Baykal ve Önder Sav’dan başkası değildi) bir CHP ihtiyacı söz konusuydu. Bu vesile ile CHP’yi dönüştürme projesi yürürlüğe sokuldu. Akabinde yaşanan süreç hepimizin malumudur….

Şimdi gelinen noktada Türk Milleti iki sermaye sınıfı arasında bir tercihe zorlanmaktadır. Konunun hak, özgürlük veya demokrasi ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. CHP içerisinde eleştirel düşünceyi yok eden, tam bir lider sultasıyla parti idare edenlerin demokrasi, hak ve özgürlük söylemleri tamamen kurulmak istenen Hegemonyanın ideolojik-kültürel veçhesinin ‘’söylem’’ kısmını ihtiva etmektedir. Bir yanda Arap ve Asya sermayeleri ile birleşen bir ‘’Anadolu Kaplanları’’ diğer tarafta on yıllardır Küresel Batı Sermayesi ile işbirliği içinde bulunan İstanbul Sermayesi ve onların siyasi angajmanı konumundaki Cumhurbaşkanı adayları…

Kemalistler Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında biçare kalmıştır. Bu çaresizlik sineyi karartmamalı ve yüzyıl önce nasıl ki çözümsüzlük karşısında bir irade sergilendiyse aynı şekilde bir irade ortaya konmalıdır. Bu ülkenin her zaman aydın yüzü olmuş olan Kemalistler bir araya gelerek çözüm önerilerini ve gelecek planlarını ivedilikle tartışmalı, müzakere etmelidir. Düzenin partilerinden medet ummaktan hızlı bir biçimde vazgeçilmeli, kendi öz birlikteliğimiz ile çözüm arayışına girmeliyiz…

Çok uzun tahlillere, çözümlemelere ihtiyaç duyan bir tarihsel süreci elimden geldiğince kısaca özetlemeye gayret gösterdim. Umarım en azından birtakım sorgulamalara kapı arayabilir…

Bir sonraki yazıda görüşmek ümidiyle, hoşça kalın…

Similar Posts:

Loading

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir